15 Nisan 2009 Çarşamba

E-OKUL SAYFALARI ÖRNEKLERİ






















































































































































































































































































25 Mart 2009 Çarşamba

YAPILANDIRMACILIK – OLUŞTURMACILIK ( CONSTRUCTİVİSM )

Geleneksel anlayışta eğitim, öğretmen merkezli olarak sürdürülür. Öğretmen öğrenci- bilgi üçgeninde, öğretmen bilgiyi aktaran, öğrenci ise bilgiyi alan durumundadır. Bu nedenle geleneksel anlayış bilginin oluşmasında öğrenciye aktif bir rol vermez.

Geleneksel eğitim anlayışını biçimlendiren felsefe pozitivizimdir. Pozitivist felsefe, bilginin nesnel olduğunu benimsemiş, kişinin dışında olduğunu ve keşfedilerek ortaya çıkarıldığını savunmuştur. Bu felsefenin yönlendirdiği eğitim anlayışında, nesnel olduğu kabul edilen bilgi, kitaplara yerleştirilmiştir. Bu bilginin öğrencilere aktarılması gerekir.

Yaygınlık kazanan yeni paradigma, bilginin keşfedildiğini, yorumlandığını; ortaya çıkarıldığını oluşturulduğunu yani kişi tarafından yapılandırıldığını savunmaktadır. Bu anlayışta bilgi kişinin dışında değildir. Kişinin bilgisi o kişiye aittir. Ona ait izler taşır. Bu nedenle özneldir. Bilgi kişinin kendi deneyimleri, gözlemleri, yorumları ve mantıksal düşünceleri sonucu oluşur.

Yapılandırmacılık, bilginin doğasına ilişkin yeni görüşleri, öğrenme ve öğretme sürecine yansıtmıştır.Bu açıdan yapılandırmacılık, felsefedeki pozitivizim sonrası oluşan yeni bakış açısının, öğrenme kuramlarına ayarlanmasıdır. Felsefedeki öznel gerçeklik üzerine kurulan bu eğitim anlayışı “yapılandırmacılık” veya “oluşturmacılık” olarak adlandırılmaktadır.

Yapılandırmacılık, öğrenenin, bilgiyi bireysel ve sosyal olarak kendisinin oluşturduğunu kabul eder. Yapılandırmacı görüş, üretici öğrenme, keşfederek öğrenme ve duruma bağlı öğrenme gibi teorilerin bir araya gelmesiyle oluşan bir görüştür. Bu görüşler arasındaki ortak nokta, bireylerin bilgiyi aynen almaları yerine, kendi bilgilerini yeniden oluşturmalarıdır.

Yapılandırmacılıkta vurgu, öğreticiden ziyade öğrenen üzerindedir. Objelerle ve olaylarla etkileşen, öğrenendir ve böylelikle öğrenen bu objeler veya olayların sahip olduğu özelliklerin bir anlayışını kazanır. Öğrenen kendi kavramsallaştırdıklarını ve problemlerin çözümlerini yapılandırır.Öğrenciler kendilerinde var olan bilgiyle beraber yeni bilgiyi kendi öznel durumlarına uyarlayarak öğrenirler.”Aktif öğrenme” yapılandırıcı öğrenmenin en temel noktalarından biridir.









YAPILANDIRMACILIK NEDİR ?



Bu terim bilginin öğrenci tarafından yapılandırılmasını ifade eder. Her öğrenci öğrenirken, anlamı, bireysel ve sosyal olarak yapılandırır. Esasen öğrenme dediğimiz şey, bu anlamlandırma yada anlam yapılandırma sürecidir.



YAPILANDIRMACILIĞIN FELSEFİ TEMELELERİ



Öğrenme felsefesi olarak yapılandırmacılık 18. yüzyılda insanların kendi kendilerine ne yapılandırırlarsa onu anlayabildiklerini söyleyen felsefeci Giambatista Vico’ nun çalışmalarına kadar uzanır. Giambatista Vico 1710’ da “ bir şeyi bilen onu açıklayabilendir” ifadesini kullanmıştır.Immanuel Kant daha sonraları bu fikri geliştirerek, bilgiyi almada insan oğlunun pasif olmadığını ifade etmiştir. Öğrenci bilgiyi aktif olarak alır, bunu daha önceki bilgilerle ilişkilendirir ve onu kendi yorumu ile kurarak kendisinin yapar.



YAPILANDIRMACILIK EĞİTİM DURUMLARINI YENİDEN DÜZENLER



Bilgi ve bilmenin doğasına ilişkin bildiklerimiz, eğitim durumlarını düzenlememiz için bir temel sağalar. Eğer öğrencilerin pasif olarak bilgiyi aldıklarına inanırsak öğretimde öncelik, bilginin aktarımında olacaktır. Eğer öğrencilerin bilgiyi alırken kendi bilgisini de ürettiğini düşünürsek anlama ve anlam geliştirme üzerine odaklanırız.

Yapılandırmacı öğrenme yaklaşımı, geleneksel eğitim anlayışından radikal bir şekilde ayrılmaktadır. Bu yaklaşımda amaç, kişinin bilgiyi özümsemede aktif rol alarak onu kendi zihinsel şemalarında yerli yerine oturtabilmesidir.

Öğrencinin okuldan aldığı bilgileri gerçek hayata uyarlayabilmesi, bir takım bilgi parçalarını ezberlemesinden daha değerlidir. Yapılandırmacı yaklaşım, öğretmenlerin öğretim programlarını sabit, değişmeyen yapılar, kendilerini de bilginin yegane kaynağı görmeleri yerine hem öğretim programlarını hem ders işleme yöntemlerini sürekli analiz etmeleri gerekir.





GELENEKSEL GÖRÜŞ
YAPILANDIRMACI GÖRÜŞ

Bilgi bireylerin dışındadır ve öğretmenlerden öğrencilere transfer edilebilir.
Bilgi, kişisel anlama sahiptir. Bireysel olarak öğrenciler tarafından oluşturulur.

Öğrenciler duyduklarını ve okuduklarını öğrenirler. Öğrenme daha çok öğretmenin iyi anlatmasına bağlıdır.
Öğrenciler kendi bilgilerini oluştururlar. Duydukları ve okuduklarını önceki öğrenmelerine ve alışkanlıklarına dayalı olarak yorumlarlar

Öğrenme,öğrenciler öğretilenleri tekrar ettiği zaman başarılı olur.
Öğrenme, öğrenciler kavramsal anlamayı gösterebildiklerinde başarılıdır.


Tablo:1 Geleneksel ve Yapılandırmacı Görüşlerin Karşılaştırılması

Öğrenmeye farklı bir bakış yapılandırmacılık Sayfa 57 – Öğrenme ve Öğretme



YAPILANDIRMACI YAKLAŞIMIN TEMEL ÖZELLİKLERİ



Yapılandırmacı teori: dışarıda bir yerde öğrenenden bağımsız bir bilgi olmadığını, sadece öğrenirken kendi kendimize yapılandırdığımız bilginin var olduğunu savunur.Eğer bilginin dışarıda var olan gerçek dünya ile ilgili öğrenmeyi içerdiğine inanırsak o zaman dünyayı anlamaya çalışır, onu mümkün olan en rasyonel yolla düzenler ve öğretmenler olarak öğrencilere sunarız.

Eğitimde amaç her zaman öğrenciden bağımsız olan dünya yapısını öğrencilere açıklamaktır. Eğitimciler dünyayı anlamaları için öğrencilere yardım eder. Ancak genellikle onların kendi dünyalarını oluşturmalarına izin vermezler.

Yapılandırmacı teori eğitimcilerin dikkatlerini öğretilenlerden alıp, yapıyı açıklamak için kendi modellerini oluşturma sürecindeki öğrencilere vermesini vurgular. Yapılandırmacı öğrenmenin temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.



Öğretme değil öğrenme ön plandadır.

Öğrencinin özerkliği ve girişimciliği cesaretlendirilir.

Öğrencide öğrenme iste ve amacı yaratmak önemlidir.

Öğrenci bilgiyi sorgulamalıdır.

Öğrenmede yaşantı önemli yer tutar.

Öğrencinin doğal merakı desteklenmelidir.

Öğrenme öğrencinin zihinsel modeli üzerine kurulur.

Öğretmen öğrencinin sadece Ne öğrendiği ile değil, Nasıl öğrendiği ile ilgilenmelidir.

Öğrenmenin içinde oluşturduğu bağlam önemlidir.

Öğrenmede tahmin etme, yaratma ve analiz önemli yer tutar.



BİLİŞSEL YAPILANDIRMACILIK



Bilişsel yapılandırmacılar, bilginin nasıl oluşturulduğunu açıklamada Piaget’in teorisini kullanırlar.Öğrenme, Piaget’in öne sürdüğü ; özümleme, uyma ve denge kavramları ile açıklanır.

Piaget, bilginin bireyin çevresiyle aktif olarak etkileşimi sırasında ortaya çıktığını varsayar. Piaget bu yaklaşımını özümleme, uyma ve dengeleme süreçleri ile açıklamaktadır. Bu açıklamaya göre birey, karşılaştığı yeni durumu eski bilgi ve deneyimi yardımıyla tanımaya yani özümlemeye çalışır. Eski bilgilerinin yeterli olmadığını fark ettiğinde zihninde yeni bir kavram yaratarak yeni duruma uyum sağlar. Bu durumda zihninde yeni duruma karşılık gelen yeni bir kavram oluşturulmuştur. Böylece yeni bir durumla karşılaştığında bozulan denge yeniden sağlanmış olur.

Önce sehpayı gören çocuk masa ile karşılaştığında önce onu zihnindeki sehpa ile karşılaştıracak ancak tam olarak sehpaya da benzemediğini fark ettiğinde bir dengesizlik yaşayacaktır. Karşılaştığı yeni nesneyi, sehpa ile benzerlik ve ayrılıklarına dikkat ederek, anlamaya yani özümsemeye çalışır.Zihninde masa kavramı oluştuğunda uyma durumu gerçekleşir.Her iki kavramı uygun nesneler için kullanmaya başladığında zihin yeni bir denge durumuna geçmiş olur.

Bilişsel yapılandırmacı yaklaşımda, referans noktası, kişinin o ana kadar sahip olduğu bilgiler ve bu bilgilerin oluşturduğu bilişsel yapıdır.Bu bilişsel yapı dengededir. Kişi, yeni bilgiyi bu bilişsel yapısını kullanarak anlamlandırır.Eğer kişi yeni bilgiyi önceki bilgileriyle çelişmeden ilişkilendirebiliyorsa, mevcut bilişsel yapısının içine özümler. Bu durum o kişi için yeni bir denge durumudur.

Eğer yeni bilgi, kişinin önceki bilişsel yapısıyla çelişiyorsa veya yetersiz kalıyorsa kişi yeni bilgiyi var olan bilişsel yapısının içinde özümleyemeyecektir. Bu durumda kişi, bir bilişsel dengesizlik yaşar. Yeni bilgiyi bilişsel yapısına özümleyebilmek için bilişsel yapısında bir düzenlenmeye gitmek zorunda kalır. Bu düzenlenmeyi zihninde yeni bir kavram yaratarak gerçekleştirir. Yeni durum bireyi tekrar yeni bir bilişsel dengeye ulaştırır.

ÇOKLU ZEKA KURAMI

Önceleri -doğuştan geldiğine inanılan- belli bir zekâ ile doğup yaşamını onunla sürdürme görüşü hakimken günümüzde, insan Zekâsının sınırları “neyin mümkün olabileceği” hakkındaki inançlarımızla ilgilidir. Hemen hemen her yaş ve yetenek düzeyindeki bireyin zihinsel fonksiyonları geliştirilebilmektedir. Aslında farkında olmaksızın kullandığımız Zekâmızın düzeyini, biliş ve algılama yeteneklerimizin nasıl harekete geçirileceğini keşfederek geliştirmeyi öğrenebiliriz.

Bir problemle karşılaşıldığında Zekâmız, değişik problem çözme yolları arar ve bu sırada bütünleşik bir uyum içerisinde çalışır, sonuç olarak da bizi doğal sonuca yada başka bir deyişle bizi problemin çözümüne ulaştırır. Dünyanın her yerinde insan, bu yolları nasıl kendi kendine bilmekte, öğrenmekte ve anlayabilmektedir? İşte bu soru, araştırmacıları insan Zekâsının doğasını, gizil yönlerini ve sınırlarını araştırmaya yöneltmiştir.

“Çoklu Zekâ Kuramı” Harvard Üniversitesi bilişsel araştırma projesi “Proje 0”ın müdürü Dr. Harward Gardner’ın çalıştığı bir araştırmanın sonucudur. Gardner, normal ve yetenekli çocukların bilişsel potansiyellerinin gelişimini ve beyindeki hasarlardan doğan Zekâ bozukluklarını incelemiştir. Araştırma Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Boston Emekliler İdaresi Tıp Merkezi’nde yapılmıştır.

Belirli bir kültürel birikimin sonucu olan problem çözme ve özgün bir ürün ortaya koyma yeteneği bir Zekâ gerektirir. Bir problemin çözülmesi, yaratılan bir hikayenin bitirilmesinden satrançta bir mat hamlesine veya bir söküğün onarılmasına; özgün ürünler ise bilimsel teorilerden müzik eserlerine, başarılı politik kampanyalara kadar değişiklik gösterir.(Gardner, H.&Walters, J.M. 1985).

Öte yandan yaşamlarında karşılaştıkları problemleri çözebilen ve kültürümüzde değer verilen ürünler ortaya koyabilen insanları “zeki” olarak nitelendiririz. Beyin/düşünce sistemi yaklaşımlarına göre ara verilen, değişik kapsamlı yollar bulma çalışmaları, Zekânın çoklu bir olgu olduğunun keşfi ve Zekâ hakkına önceden bilinenlerle birlikte çoklu Zekâ araştırmalarını başlattı. Gardner’ın araştırması -bizim gerçeği öğrenmemizi ve bilmemizi sağlayan- yedi tür Zekâ ortaya çıkarmıştır ve Gardner daha başka türlerin de olduğuna inanmaktadır.

Bu Zekâ türleri aşağıdaki şekilde sınıflanabilmektedir:

· Sözel/Dilsel Zekâ

· Mantıksal/Matematiksel Zekâ

· Görsel/Mekânsal(Uzamsal) Zekâ

· Bedensel/Devinduyusal Zekâ

· Müziksel/Ritmik Zekâ

· Kişilerarası (İletişimsel) Zekâ

· İçsel Zekâ



Sözel / Dilsel Zekâ

Sözel/dilsel Zekâ; şiir, mizah, hikaye anlatma, gramer, mecazlar, teşbihler, soyut ve simgesel düşünme, kavram oluşturma ve kelime yazma gibi karmaşık olasılıkları içeren dil üretim sorumluluğudur. İnsanın sözel/dilsel Zekâsı, konuşulan kelimenin, okunan şiirin, yazılan yada tartışılan fikir veya düşüncelerin farkındadır.

Bu Zekâ türünde gelişmiş insanlar okuma, yazma, konuşma ve tartışma gibi konularda başarılıdırlar ve şiir, mizah, hikaye anlatma, tartışma ve yaratıcı yazım konularında da isteklidirler.



Bu Zekâyı harekete geçirmek için:

· Hoşlandığınız bir hikayeyi okuyun ve hikayenin sonunu kendiniz getirin

· Birilerinin kendi fikirleri hakkındaki açıklamalarını dinleyin ve onlarla bir tartışmaya girin.

· Hergün, yeni ve ilginç bir kelimenin anlamını öğrenin ve onu kullanmaya çalışın.

· Sizi en çok ilgilendiren ve heyecanlandıran bir konuda, bir söylev yapın.

· Bir dergiye abone olun yada günlük olaylardan izlenimlerinizi bir günlüğe yazın.



Mantıksal / Matematiksel Zekâ

Mantıksal/matematiksel Zekâ, bize çoğu kez “bilimsel düşünme” yada tümdengelimci düşünmeyi çağrıştırır. Bunun yanısıra tümevarımcı düşünme sürecide aynı şekilde karışıktır. Tümevarımcı düşünme, objektif gözlemler yapma ve incelenen verilerden bir sonuç çıkarma, yargıya varma ve hipotez kurma yeteneğidir. Tümdengelimci düşünme, genel bir durumu, onun bütününe bakarak gözleme ve anlama yeteneğidir. Mantıksal/matematiksel Zekâ, problem çözme veya yeni bir şeyin doğruluğunun tartışıldığı durumlarda harekete geçer. Bu Zekâ, kavramları tanıma, sayılar ve geometrik şekiller gibi soyut sembollerle çalışma, bilginin belirgin parçaları arasında ilişkiler kurma ve/veya bu parçalar arasındaki farklı bağıntıları görme kapasiteleri gerektirir.

Bu Zekâ türünde gelişimiş olan insanlar, nesneleri tanımlamada, analiz etmede ve matematik/bilim gibi konularda problem çözmede başarılıdırlar ve benzer şeyleri eşleştirme, karışık resimlerden şekil çıkarma, matematik, bilim, bulmaca ve problem çözme gibi konulardan hoşlanırlar.

Bu Zekâyı harekete geçirmek için:

· Hobinizin 4 ana noktasını belirleyin ve bu ana noktaların herbiri altında 4 alt başlık ve bu alt başlıkların her birinin altında da 4 alt nokta daha oluşturun.

· İki nesneyi kıyaslama ve karşılaştırma yoluyla çözümsel düşünme egzersizleri yapın. Örneğin bir daktilo ve bilgisayarın kendine has 4 tipik özelliğini ve sonra da bu iki nesnenin ortak 4 tipik özelliğini bulun.

· Genelde saçma olduğu düşünülen bazı konularda, gerekçeleri ile ikna edici bir açıklama yapın. Örneğin futbolu basketbol topuyla oynamanın yararları.

· “Bilimsel yöntem” kullanımı gerektiren bir projede yer alın. Eğer bir aşçı değilseniz yemek yapmaya, tarifin en başından başlayın.

Sözel/dilsel Zekâ ve mantıksal/matematiksel Zekâ biçimleri, günümüzde tüm Zekâ testleri, standart başarı testleri ve batı eğitim sisteminde kullanılan kolej giriş sınavları için temeldir.

Görsel / Mekânsal (Uzamsal) Zekâ

Resim, grafik ve heykel gibi görsel sanatlar; denizcilik, harita yapımcılığı ve mimarlık gibi yüzey ve onun içinde bilginin kullanımını gerektiren durumlar; ve farklı derinlik ve açılardan objeler tasarlama yeteneği gerektiren satranç gibi oyunlar görsel/mekânsal Zekâ ile ilgilidir. Bu Zekânın temelindeki anahtar duyu, görme duyusu ve buna bağlı olarak şekiller tasarlama ve zihinde resimler yaratma yeteneğidir. Uçabildiğimizi iddia ettiğimiz, sihirli yaşantılar geçirdiğimiz ve belki de harika bir macera hikayesinde başkahraman olduğumuz çocukluk düşlerimizde, tamamıyle bu Zekâ kullanılır.

Bu Zekâ türünde çok gelişmiş olan insanlar, zihinlerinde resimler yaratır ve bunları çizerler. Bununla birlikte yaratıcıkları, renkleri kullanma ve harita okuma yetenekleri ile iyi bir hayal güçleri vardır. Çizim, resim, heykel yapımı ve zihinlerinde nesneler tasarlamayı severler.

Bu Zekâyı harekete geçirmek için:

· Fikir veya düşüncelerinizi ifade etmek için “estetik araçlar”la (boya, kil, renkli ve keçeli kalemler gibi) çalışın. Örneğin 21. yüzyılın neye benzeyeceği hakkındaki düşüncelerinizi bu araçlarla anlatın.

· Bilerek düş kurun; örneğin hayaliniz, ideal bir tatil yeri ve olabildiğince oranın görsel detaylarıyla ilgili olmalıdır.

· Hayal gücünüzü artıracak çalışmalar yapın; kendinizi tarihin farklı bir döneminde hayal edin veya kahramanınızla hayali bir sohbet yapın.

· Fikir veya düşüncelerinizi başkalarına anlatmak için resim, mimari, grafikler veya bir poster yapımı gibi çeşitli “tasarım becerileri” ni kullanın.



Bedensel / Devinduyusal Zekâ

Bedensel/devinduyusal Zekâ, duygularını, vücudu kullanarak (dans ve vücut dili gibi), bir oyun oynayarak (spor yapma gibi) yada yeni bir ürün yaratarak (düşünerek bir icat yapma) ifade etme yeteneğidir. Eğitimin önemli bir bölümünde yaparak öğrenme, uzun zamandır kabul görmektedir. Vücutlarımız çok akıllıdırlar. Öte yandan onlar düşündüğümüz şeylerin yapılır yada yapılamaz olduğunu bilirler. Örneğin size bir parça kağıt verilir ve parmaklarınızı kullanmaksızın bunu daktiloya takmanız istenirse bunu yapabilirmisiniz? Büyük olasılıkla hayır. Fakat parmaklarınız bunun yapılamayacağını bilir.

Bu Zekâ türünde gelişmiş olan insanlar, spor yapmayı ve dans etmeyi severler. Bunu yanı sıra ellerini iyi kullanırlar, vücut kontrol ve koordinasyonunda başarılıdırlar. Aktörler, palyaçolar ve pandomim oyuncuları gibi insanlar, insan ruhunu derinden etkilemek için vücudun kavrama, anlama ve iletişim kurmadaki sonsuz olanaklarını en iyi şekilde kullanan insanlardır.

Bu Zekâyı öne çıkarmak için:

· Dramatik bir oyunda görev alın; bir fikir, düşünce veya duyguyla ilgili bir rol yapın. Güncel olayları yada modern buluşları inceleyerek mimiklerle anlatın (sessiz film oynamak gibi).

· Fiziksel etkinlik ve fazla devinim gerektiren, yarışma olmayan bir oyun oynayın; örneğin, düşündüklerini el-kol hareketleriyle ifade eden bir grup içindeki insanların isimlerini öğrenin.

· Halk dansı, koşma, yüzme ve yürüme gibi fiziksel etkinlik gerektiren aktivitelere katılın. Ruh halinizi değiştirmek yada karşılaştırmak için farklı yollardan yürümeyi deneyin.

· Vücudun bildikleri ve fonksiyonlarının nasıl olduğunun daha da farkına varmak için her gün yaptığınız ve fiziksel güç gerektiren kar küreme, çim biçme, tabak yıkama ve aracınızı parketme gibi işlerde dikkatlice kendinizi gözleyin.



Müziksel / Ritmik Zekâ

Bu Zekâ, ritmik ve tonal kavramları tanıma ve kullanma ile çevreden gelen seslere, insan seslerine ve müzik aletlerine karşı duyarlılık kapasitelerini içerir. Alfabede öğrendiklerimizin bir çoğu bu Zekâ ve “A-B-C Şarkısı” sayesindedir. Biraz düşünün; stresliyken müzik sizi nasıl sakinleştiriyor yada sıkılmışken nasıl gayrete getiriyor veya daktilo yazarken ve egzersiz yaparken düzenli bir ritme ulaşmanıza nasıl yardım ediyor. Müzik dini inançlarımızın ve ulusal bağların güçlenmesinde, büyük kayıpların ifadesinde yada şiddetli sevinç durumlarında da kullanılmaktadır.

Bu Zekâ türünde gelişmiş olan insanlar, bir müzik aleti çalmaktan, mırıldanmaktan, şarkı bestelemek ve bunu seslendirmekten hoşlanırlar.

Bu Zekâyı çalıştırmak için:

· Ruh halinizi düzeltecek farklı çeşit müzikler dinleyin; örneğin, stresli bir durumda veya öncesinde, -sınav gibi- korku yaratan durumlarda gevşemek için, enstrümantal müzik çalın.

· Duygularınızı anlatmak için -duşta bile!- şarkı söyleyin. Güncel bir melodi kullanın ve ailenizle ilgili basit bir şarkı besteleyin.

· Mırıldanarak, kafanızın içinde değişik titreşimler oluşturun; örneğin, her seferinde ünlü harflerden birini, değişik yükseklikte ve kalınlıkta kullanın.

· Doğadan farklı sesleri içeren kasetler çalın (deniz dalgaları, bir şelale, rüzgar fırtınası ve hayvan sesleri gibi). Kendinize doğanın örüntüsünden ve ritminden ne öğrenebileceğinizi sorun.



Kişilerarası (İletişimsel) Zekâ

Kişilerarası Zekâ bir grup içinde işbirlikli çalışma yeteneği gerektirir. Diğer insanlarla sözel ve sözsüz iletişim kurma yeteneği gibi. Bu Zekâ insanlar arasındaki ilgi farklarını ortaya koyar. Örneğin ruh halleri, huyları, yönelimleri ve amaçlarındaki zıtlıklar gibi. Bu Zekânın daha ileri bir şekli, kendini başkalarının yerine koyma ve onların niyet ve arzularını anlayabilmedir. Bir şekli de başkalarının duygu, korku, önsezi ve inançlarıyla özdeşleşebilmedir.

Bu Zekâ türünde çok gelişmiş olan insanlar, genellikle danışmanlar, öğretmenler, terapistler, politikacılar ve dini liderlerdir.



Bu Zekâyı çalıştırmak için:

· Başarıyla tamamlanması gereken bir proje için farklı görevdeki güvenilir insanlarla bir araya gelin.(takım aktivitesi yada komite çalışması gibi)

· Bir başkasını derinden ve olduğu gibi dinleme çalışması yapın. Konuşan birini dinlerken genellikle “aklı kurcalayan” düşüncelere engel olun ve sadece bir noktaya, onların ne dediğine dikkat edin.

· Bir kimsenin mimiklerinden -sözsüz ipuçlarından- onun duygularını ve ne düşündüğünü tahmin etmeye çalışın ve daha sonra tahmininizin doğruluğunu kontrol edin.

· Herhangi biriyle -konuşmadan- iletişim kurmak için farklı yollar bulun. Örneğin yüz ifadeleriyle, vücut şekilleriyle, jestlerle ve seslerle.



İçsel Zekâ

İçsel Zekâ, insanın duygularını, duygusal tepki derecesini, düşünme sürecini (bilişbilgisi) tanıma, kendini yansıtma ve öz benliğini anlama yetisi ve önsezisi gibi kendi iç görünüşünü bilmesidir. Başka bir deyişle içsel Zekâ, bizim kendi bilincimizin farkında olmamıza, kendi kendimizi tanımamıza olanak sağlar; bu, bizim kendimize dönme ve kendimizi izleme aşamasıdır. Bizim kendi kişiliğimiz ve kendimizi aşma yeteneğimiz, içsel Zekâmızın işleyen kısmıdır. Bununla birlikte, tecrübelerimizdeki birlik ve bütünlük, yüksek bilinç durumunu fark etme, geleceğin çekiciliğini yaşama ve rüyalardaki olasılıkları gerçekleştirir ve kapasitemizi artırır.

Bu Zekâ türünde gelişmiş olan insanlar, başkalarının duygu ve düşüncelerini anlama, yoğunlaşma, konsantre olma ve nesne ötesi düşünme konularında başarılıdırlar ve meditasyon yapmaktan hoşlanırlar.

Gardner’a göre bu Zekâ çok özeldir ve dil, müzik, sanat, dans, semboller ve kişilerarası iletişim gibi tüm diğer Zekâ türlerini kapsar.

Bu Zekâyı çalıştırmak için:

· Rutin bir aktivite sırasında pür dikkat göstermeye çalışın. Bu olup biten herşeyin farkında olmaktır. Örneğin düşünceler, duygular hareket değişiklikleri ve ruhsal durumlar.

· Şayet tarafsız olabiliyorsanız, dışarıdan bir gözlemci gibi duygu, düşünce ve ruh halinizi izlemeye çalışın. Belirsiz durumları, bilinen örneklere uydurmaya çalışın. Örneğin “kızgınlık durumu”, “şakacılık durumu”, “korku durumu”.

· Problem çözme stratejileri ve çözümsel düşünme süreci gibi durumlardaki çeşitli düşünme stratejilerinde tarafsız olun.

· “Ben kimim” sorusuna 25 kelimeyle yada kısa bir cevap yazın. Sizi tatmin edene kadar üzerinde çalışmaya devam edin. Bir hafta süreyle hergün yeniden gözden geçirin ve gerekli olduğunu düşündüğünüz düzeltmeleri yapın.

18 Mart 2009 Çarşamba

EĞİTİMDE TEKNOLOJİ

Eğitimde Teknoloji Kullanımın Tarihçesi

Eğitimde teknoloji kullanımı konusundaki ilk ciddi çalışmalar doğal olarak bu teknolojilerin üretildiği ülkelerde başlamıştır. Genel olarak, teknolojinin üretildiği ülkelerde üniversiteler bünyesinde Öğretim Sistemleri Teknolojisi (Instructional Systems Technology) adı verilen bölümler kurularak teknolojinin eğitimde kullanımı konusunda çalışmalara başlanmıştır.

1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı sırasında üretilen askeri amaçlı filmlerde eğitimde görsel malzeme kullanmanın önemi ortaya çıkmıştır. Öğretici görsel malzemenin değerlendirilmesi amacıyla araştırıcılar değişik yöntemler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu çabaların bir sonucu olarak “uygulayarak değerlendirme” (formative evaluation) bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında da benzer amaçlı çalışmalar devam etmiştir. 1950’li yıllara gelindiğinde öğretim amaçlı televizyon (instructional television) çok yaygın olarak kullanılmaya başlanmış ve buna bağlı olarak da üniversitelerde görsel-işitsel teknoloji bölümleri hızla kurulmaya başlanmıştır. 1950-1960 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde Ford Vakfı televizyon aracılığıyla eğitime 170 milyon dolar harcamıştır. 1967 yılında ise Amerikan Araştırma Enstitüsü (Amerikan Institute for Research) tarafından “İhtiyaca Göre Öğrenme” (The Program for Learning in Accordance) adı verilen ve matematik, dil fen bilimleri ve sosyal bilimleri kapsayan bireysel öğretici programlar geliştirilmiştir.

Bilgisayarların eğitim kurumalarında ilk kullanımı ise 1950’li yılların sonlarında ikinci nesil bilgisayarların ortaya çıkışına rastlamaktadır. O günlerde, büyük üniversiteler bilgisayarları yönetimsel amaçlı olarak kullanmaya başlamışlardır. Özellikle, muhasebe, maaş ödemeleri ve öğrenci kayıtları bilgisayar kullanılarak tutulmaya başlanmıştır. Bilgisayarların bu idari kullanımlarının yanı sıra öğretici amaçlı kullanım yeteneklerinin keşfedilmesiyle 1960’lı yıllarda bilgisayar temelli öğretim programlarının geliştirilmesi çalışmaları başlatılmıştır. Bu projelerden en ünlülerinden birisi Illinois Üniversitesi tarafından geliştirilen PLATO’dur. Aynı dönemlerde IBM firması tarafından “Coursewrite” programı geliştirilmiş, benzeri programlar yine Stanford ve Pennsylvania üniversitelerinde de geliştirilmiştir. 1970’li yılların sonlarında üçüncü nesil bilgisayarların piyasaya çıkması ve, fiyatların düşmesi bilgisayarların daha fazla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu sayede, daha fazla sayıdaki okul bilgisayarları idari amaçlar için kullanma fırsatı bulmuşlardır. 1972 yılında özel bir şirket olan MITRE Corp. ile Brigham Young Üniversitesi TICCIT sistemini geliştirmeye başlamıştır (Zaman Paylaşımlı ve Etkileşimli Bilgisayar Kontrollü Öğretici Televizyon ). Renkli televizyon kullanılarak öğrencilere ders verilirken, geliştirilmiş bir daktilo aracılığıyla, gerçekleştirilen karşılıklı etkileşim bir bilgisayar aracılığıyla kontrol edilmekteydi. Bu proje kullanıcı kontrollü öğrenme felsefesinin gelişmesine yol açmıştır. Böylece, her kullanıcı kendi bilgi ve becerileri doğrultusunda öğrenme fırsatına kavuşmuş oluyordu. Projenin ilk hedef kitlesi yetişkinler olurken sistem özellikle askeri personelin eğitiminde kullanılmaya başlanmıştır. 1970’li yılların sonuna doğru, bir ana bilgisayara telefon hatlarını kullanarak terminal makinalarının bağlanması ve ana bilgisayar üzerinde yer alan derslerin terminaller aracılığıyla kullanılması temeline dayanan PLATO IV sistemi geliştirildi.

Bu sistemler gelişmelerini sürdürürken, bilgisayarların eğitimde çok değişik amaçlarla kullanılmaya başladığını görüyoruz. Genel olarak bu kullanımları şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür;


Kullanım Amacı Örnek Kullanım
İdari Amaçlı Muhasebe ve Rapor Oluşturma
Kayıt tutma
Stok
Ders Programlarının Hazırlanması
Bilgisayarları Öğrenme Bilgisayar Okur-Yazarlığı
Bilgisayar Mühendisliği
Bilgisayar Aracılığıyla Öğrenme Öğretici Programlar
Alıştırma programları
Benzetişim programları
Öğretici oyunlar
Testler


Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi bilgisayarlar öğrenme amacıyla çok değişik şekillerde kullanılabilmektedir. Kullanım amacına bağlı olarak gerçekleştirilen eğitim çok farklı isimler alabilmektedir(bilgisayar temelli eğitim, bilgisayar aracılığıyla eğitim gibi). Her ne isimle adlandırılırsa adlandırılsın bugün bilgisayarlar eğitim sistemine hizla girmektedir. Bilgisayarların eğitimde kullanımı aynı zamanda bilgiye hiç alışık olmadığımız şekilde kolay ve hızlı ulaşmamızıda olanaklı bir hale getirmiştir.

Aslında bu konudaki en büyük gelişme kişisel bilgisayarların yerine ağ yapılarının kullanımıyla gerçekleşmiştir. Zamanla ağların birbirlerine bağlanmasıyla oluşan Internet dünyayı global bir köy haline getirmiş ve bilgiye erişimde sınırları ve kontrolü ortadan kaldırmıştır. Bu büyük değişimi sağlayan Internet’in gelişimine kısaca bakacak olursak, ilk fikir Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’nın araştıma ve geliştirme kolu olan “Savunma İleri Düzey Araştırma Projeleri Kurumu’na (DARPA, Defence Advanced Research Project Agency) dayanmaktadır. 1969 yılında A.B.D Savunma Bakanlığı “Paket Anahtarlamalı Bilgisayar Ağı” yapısını temel alan ARPANET’i oluşturmaya başladı. Bu ağ yapısı daha sonra ABD’deki diğer üniversite ve araştırma kuruluşlarının katılımıyla büyümeye başladı. 1973 yılında değişik tipte bilgisayarların birbirleri ile konuşmalarını sağlamak amacıyla Stanford Üniversitesi, BBN ve University College London bir araya gelerek internetworking projesini başlattılar. 1980 yılında TCP (Transfer Control Protocol) adı verilen İletim Kontrol Protokolü sabitleştirildi. 1983 yılında bütün ARPANET kullanıcıları İletim Kontrol Protokolü/İnternet Protokolünü (TCP/IP, Transmission Control Protocol/Internet Protocol) kullamaya başladılar. ARPANET 1990 yılının Haziran ayında kullanımdan kaldırıldı ve yerini, ABD, Avrupa, Japonya ve Pasifik ülkelerinde ticari ve hükümet işletimindeki omurgalar aldı.

Bu gelişmeler olurken 1986 yılında Amerika Birleşik devletlerinde Ulusal Bilimler Vakfı tarafından (NSF, National Science Foundation) NSFNET kuruludu. Bu ağ omurgasına dünyanın değişik yerlerinden ağlar bağlanmaya başlandı. Türkiye bu ağ omurgasına 1993 yılında katıldı. Ülkelerin katılımıyla kaynaklar artmaya ve bilgiye ulaşım kolaylaşmaya başladı. Teknolojide oluşan bu olumlu değişmeler öğrenme alışkanlıklarımızı değiştirmeye başladı ve bunun doğal sonucu olarak eğitim sistemlerimizde değişmeye zorlandılar. Geldiğimiz bu noktada bütün ülkeler eğitim verdikleri ilk, orta, lise ve yüksek öğrenim kuruluşlarını bu sisteme bağlama yarışına girdiler. Bazı ülkeler bu yarışta önemli mesafe alırken diğerleri geri kaldılar ve hızla bu açığı kapatmak amacıyla teknolojiyi kullanım alanlarına sokma yarışına başladılar. 1980’lerden başlayarak bugün gelinen noktayı tam anlayabilmek için ülkeler bazında teknolojinin eğitim kurumlarında kullanımına bir göz atmamız yararlı olacaktır.

Avusturya


Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
(yıl) Eğitime Ulusal Gelirden Ayrılan Pay ($)
8.0 17.000 6.225 40.000 300.000 8 (%7.8)
5 Milyar


Avusturya’da eğitim sistemi hiyerarşik bir yapı içersinde merkezi olarak yönetilmektedir. Zorunlu temel eğitim 8 yıl olup bunun ilk 4 yılı ilkokul, ikinci dört yılı ise ortaokullarda gerçekleştirilmektedir. Orta dereceli okul öğrencilerinin % 40’ının evinde bilgiasayar bulunmaktadır. 1992 yılında her 100 kişiden dokuzunun bilgisayar sahibi olduğu belirlenmiştir. Bilgisayarlaşma oranlarına bakıldığında Avusturya’nın bu alanda büyük bir ilerleme kaydettiğini söylemek mümkündür. Okullardaki bilgisayarlaşmaya baktığımızda, 1970’lerin sonlarına doğru orta dereceli meslek okullarının yarısının bilgisayar alt yapısının tamamlandığını görmekteyiz. 1991 yılına gelindiğinde orta dereceli okullarda her öğretmene 22 öğrenci düşerken, 1 bilgisayarı 9 öğrenci paylaşmaktaydı. Ülkede bilgisayarların yaygın olarak kullanılmasını sağlamak amacıyla öğretmenler temel bilgisayar eğitiminden geçirilmişlerdir. Bu eğitime 1976-1977 yıllarında bilgisyar dersi veren öğretmenlerle başlanmış, 1985-1986 yıllarından itibaren matematik, İngilizce, Almanca ve fen bilgisi öğretmenleriyle devam edilmiştir. Halen 40.000 orta dereceli okul öğretmeninin % 40’ı bu eğitimden geçmiş bulunmaktadır. Ancak burada üzerinde durulması gereken en önemli konu eğitimin amacına ulaşıp ulaşmadığı olmaktadır. Çünkü, 1991-1992 yıllarında yapılan proje çalışmalarına % 11 oranında katılım olmuştur. Sorunun nedenleri araştırıldığında, motivasyon eksikliği, bilgisayara yabacı olmak, farklı alan öğretmenlerinin birlikte çalışmak istememeleri gibi faktörlerin rol oynadığı gözlemlenmiştir.

Orta dereceli okullarda bilgisayarların müfredat içersinde yer alması ulusal bir politika olarak belirlenmesine rağmen yakın bir gelecekte bu hedefe ulaşılmasının mümkün olmadığı görülmektedir. Müfredat konusundaki başarısızlığın temelinde yeterli sayıda eğitim yazılımının bulunmaması ve öğretmenlerdeki motivasyon ve eğitim eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak, Avusturya, bilgisayarların eğitim alanında kullanımı amacıyla cok erken dönemlerde çalışmalar başlatmasına rağmen orta dereceli eğtim kurumlarında istediği hedeflere henüz ulaşamamıştır.


Belçika
Nüfus Kişi Başına
Düşen Ulusal Gelir ($) Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
10.100.000 17.700 650.000 18 yaşa kadar zorunlu
Belçika’da 1993 yılı rakamlarına göre her 11 kişiden birinin bilgisayarı bulunmaktadır. Orta dereceli eğitim kurumlarında bilgisayarlaşma 1980’li yıllarda başlamıştır. Günümüzde ilkokulların %50’den fazlasında ve orta dereceli okulların ise %90’ınında bilgisayar bulunmaktadır. Bilgisayarlaşmanın bu yüksek oranlara ulaşmasına rağmen orta dereceli okullarda her üç kişiden birisi ve ilkokullarda ise öğrencilerin % 10’u bilgisayar kullanmaktadır.

Ülkede yaşanan bu başarısız deneyimin üç nedene bağlı olduğu belirtilmektedir. Bunlar sırasıyla alt yapı, eğitimi veren öğretmenlerin ve sistemin çalışmasından sorumlu olan kişilerin yetersizliğidir. Ayrıca teknolojideki hızlı ilerleme ve eğitim yazılımlarının yetersizliği önemli bir rol oynamaktadır.

Bulgaristan
Nüfus Kişi Başına
Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
8.800.000 3.800 1.123 28.769 383.953 16 yaşa kadar zorunlu
Ülkede eğitim sistemi merkezi değildir, dolayısıyla karar verme yetkisi merkezden yerel eğitim merkezlerine ve okul yönetimlerine devredilmiştir. Bulgaristan’da bilgi teknolojileriyle ilgili derslerin verilmesine 1960’lı yılların sonlarında başlanmıştır. 1970 yılından başalayarak bilgi teknolojilerinin müfredat içersinde yer almasına çalışılmaktadır. 1986 yılından başlayarak bilgi teknolojileri dersi orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olarak okutulmaktadır. Ancak eğitim sisteminin merkezi olarak yönlendirilmemesi okutulan derslerin programlarında oluşabilecek birliği engellemektedir. Bulgaristan, öğretmenlerin temel bilgisayar eğitimini 1985-1990 yılları arasında tamamlamıştır. Bununla birlikte verilen eğitimde okulların durumları göz önüne alınmadığından istenen hedeflere ulaşılamamıştır.


Fransa
Nüfus Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi Eğitime Ulusal Gelirden Ayrılan Pay ($)
57.8 18.200 55.000 6-16 yaşlar arası (%6.39)
76.1 Milyar
Ülkede eğitim sistemi merkezi olmasına rağmen yerel otoriteler zaman içersinde söz sahibi olmaya başlamışlardır. Fransa’da okul öncesi eğtime özel bir önem verilmektedir. 1990 yılında 2 yaşındaki çocukların %35’i ve 3 yaşındaki çocukların %99’unun okul öncesi eğitim aldığı bilinmektedir. Eğitimde bilgisayar kullanımına 1970 yılından itibaren başlanmıştır. 1978 yılından başlayarak altı yıl içersinde okullara 10.000 bilgisayar yerleştirilirken aynı süre içersinde 100.000 öğretmen bilgisayar eğitiminden geçirilmiştir. 1993 yılına gelindiğinde okullardaki bilgisayar sayısı 400.000’e ulaşmıştır. Okullarda bilgisayarlar değişik amaçlarla kullanılmaktadır. Öncelikle, fizik, kimya, jeoloji ve biyoloji laboratuvarlarında bilgisayarlar veri toplama, deney benzetişimi ve sonuçların analizinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Halen orta dereceli okulların yarısında ve yüksek öğrenim kurumlarının hepsinde bilgi işlem merkezleri bulunmaktadır. Öğrenciler bu merkezler aracılığıyla uzaktaki veri bankalarına ulaşabilmekte ve tarama yapabilmektedir. Yakın gelecekte, yerel bilgi ağları üzerinde ve taşınabilir bilgisayarlarda CD-ROM aracılığıyla eğitim yapılması planlanmaktadır.


Almanya

Ülkenin nüfusu 81.1 milyon ve kişi başına düşen ulusal gelir ise 19.400 $’dır. Okul başına 25 bilgisayar bulunmakta ve bu sayı hızla arttırılmaktadır. Orta dereceli okulların ilk yıllarında öğrencilere “Temel Bilgi Teknolojileri Eğitimi” dersi verilmektedir. Daha sonraki yıllarda ise “Bilgisayar Bilimleri” dersi bazen zorunlu bazen ise seçmeli ders olarak okutulmaktadır.
Almanya’da eğitimin temel amacı öğrenciye nasıl bilgi edinebileceği, nasıl öğreneceği ve bilgiyi yaratıcı olarak nasıl kullanacagının öğretilmesidir. Eğitim yazılımları konusunda Almanya çok avantajlı bir konumda bulunmaktadır. Halihazırda, okuma-yazma, matematik, ve fen bilgisi alanlarını içine alan 3.203 yazılım bulunmaktadır. Ayrıca, çoklu ortam elektronik kitapların hazırlanması, eğitim veri tabanının oluşturulması ve yerel bilgisayar ağlarının oluşturulması çalışmalarına devam edilmektedir. Almanya, alt yapısının iyi olmasına ve yeterince eğitim yazılımına sahip olmasına rağmen henüz planladığı hedeflere ulaşamamıştır. Bunun nedeni olarak öğretmen eğitiminin yeterli olmadığı düşünülmektedir.

Yunanistan
Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
(yıl)
10.6 8.900 12.000 90.000 1.500.000 15 yaşına kadar 6 yıl ilk okul, 3 yıl orta okul zorunlu
Yunanistan’da bilgisayarların eğitim alanında kullanımına 1980’li yılların ortalarında başlanmıştır. 1995 yılından itibaren hemen hemen bütün okullara bilgisayar girişi tamamlanmıştır. Okullarda genel olarak, bilgisayara giriş dersleriyle birlikte programlama dillerinden BASIC öğretilmektedir. Kelime işlemci programları, veri tabanı yazılımları, oyun programları, hesap tablosu uygulamaları ve grafik çizim programları eğitsel amaçlar için kullanılmaktadır. Yunanistan’da da belirli bir alt yapının oluşturulmasına ve amaçlara uygun yeterli sayıda yazılım bulunmasına rağmen etkin çalışan bir bilgisayar destekli eğitim sistemi henüz kurulamamıştır. Bilgisayarların müfradat içersinde yer alabilmesine yönelik çalışmalar halen sürdürülmektedir.


Japonya


Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
(yıl) Eğitime Ulusal Gelirden Ayrılan Pay ($)
125 20.400 40.000 1.000.000 40.000.000 9 (6 yıl ilkokul
3 yıl orta okul) %5.9


Eğitimde bilgisayar kullanımına 1980’li yıllarda başlanmıştır. 1993 yılına gelindiğinde bütün okullarda en az bir tane bilgisayar bulunmaktadır. Okullarda kullanılmak amacıyla çok sayıda eğitim yazılımı hazırlanmıştır. Yazılımların büyük bir çoğunluğu özel firmalar ve öğretmenler tarafından geliştirilmektedir. 1988 yılından başlayarak öğretmen olacak herkesin bilgisayar konusunda yeterli bilgi sahibi olması koşulu konulmuştur. Halen, orta öğrenimde görev yapan öğretmenlerin %30’u bilgisayar kullanabilmekte ve bunların yaklaşık % 40’ı bilgisayar eğitimi verebilmektedir. Japonya da henüz bilgisayar destekli eğitim konusunda istenen noktaya ulaşamamıştır. Buradaki temel problem ise, öğretmenlerin yeterli zamanı bulamaması ve bilgisayar kullanma konusunda istekli olmamalarıdır.
Hollanda
Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi (yıl) Eğitime Ulusal Gelirden Ayrılan Pay ($)
15.0 17.200 11.000 200.000 2.500.000 12 yıl
(8 yıl ilkokul
4 yıl ortaokul)
%5.8
Hollanda’da okullar devlet tarafından belirlenen ölçütlere uymak koşuluyla kendi programlarını uygulamakta serbesttirler. Eğitimde teknoloji kullanımına 1982 yılında “Yüz Okul Projesi” ile başlanmıştır. Bu dönemde hedeflerin iyi belirlenememesi ve teknolojideki hızlı değişim sonucu bu okullara konulan bilgisayarlar kısa zamanda kullanım dışı kalmıştır. Bunun üzerine 1984 yılından başlayarak okullara bir anabilgisayar ve buna bağlı kişisel bilgisayarlardan oluşan yerel bilgisayar ağları kurulmaya başlanmıştır. Her okulda en az üç öğretmen 80 saatlik zorunlu bilgisayar eğitiminden geçirilmiş ve okullara kullanacakları kelime işlemci, hesap tablosu, ve veri tabanı programları verilmiştir. Daha sonra, bilgisayar destekli eğitim amaçlarına varabilmek için değişik alanlarda eğitim yazılımı geliştirilmesi çalışmalarına başlanmıştır. Halen, dil öğretimi, aritmetik ve geometri alanlarında eğitim yazılımları bulunmakta ve bu yazılımlar orta dereceli okulların % 80’ninde kullanılmaktadır.


İspanya
Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğrenci Sayısı Zorunlu Eğitim Süresi
39.3 12.700 25.000 7.000.000 6-16 yaşlar arası
İspanya’da son yıllarda eğitim sistemi merkezi yapıdan yerel yönetimlerin daha aktif olduğu bir yapıya doğru dönüştürülmektedir. Bilgisayarların eğitimde kullanımına ise 1985 yılından itibaren başlanmış olup bu konuda 1980 yılından başlayarak bir çok proje oluşturulmuştur. Temel hedef bütün okullarda her sekiz sınıf için bir bilgisayar laboratuvarı ve ayrıca fizik, kimya, biyoloji laboratuvarlarında en az bir bilgisayarın yerleştirilmesidir. Okullardaki bilgisayar donanımı konusundaki eksiklerin tamamlanmasına paralel olarak eğitim yazılımları özel sektör tarafından hazırlanmaya çalışılmaktadır. İspanya’da karşılaşılan problemleri teknoloji donanımlarının pahalı olması, öğretmenlerin yeterince eğitilmemiş olmamaları ve bu eğitimin çok uzun zaman alması şeklinde özetlemek mümkündür.

İngiltere

Nüfus
(Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı
58.1 16.900 29.000 513.000 8.000.000
1992 yılı rakamlarına göre, İngiltere’de her 18 kişiye bir bilgisayar düşmektedir. 1980 yılından başlayarak bilgisayarların, 1985 yılından itibaren eğitim yazılımlarının ve bilgi teknolojilerinin eğitimde kullanımına başlanmıştır. 1990 yılında matematik müfredatı içersinde bilgisayarın kullanımı amacıyla eğitim yazılımları ve 1992 yılından itibaren ise okullarda CD-ROM kullanımına başlanmıştır. Bu çalışmalara bugüne kadar 198 milyon dolar harcanmıştır. Bilgi teknolojilerinin müfredat içerisinde kullanımını yaygınlaştırmak amacıyla beş standart belirlenmiştir; bilginin işlenmesi, modellenmesi, kullanımı, ölçülebilmesi-kontrol edilmesi ve uygulamaların değerlendirilmesi.

1990 yılında öğretmenlerin eğitilebilmesi amacıyla her yedi kişiye bir bilgisayar düşecek şekilde 7000 bilgisayar kullanılmıştır. Halen okul kütüphanelerinden bilgisayar aracılığıyla faydalanabilmek amacıyla Internet’in kullanımı, 5-18 yaşlar arasındaki nüfusun eğitiminde elektronik iletişimin sağlanması ve belli kaynaklardan okullara bilgi aktarımının sağlanması konularında çeşitli projeler yürütülmektedir. İngiltere’de okulların bilgisayarlardan daha fazla yararlanabilmeleri ve yeni teknolojileri kullanabilmeleri, okul yöneticilerinin eğitilmesi ve bu teknolojilerin sağlanmasındaki problemlerin çözümüyle mümkün olacağı düşünülmektedir.


Amerika Birleşik Devletleri
Nüfus (Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı Eğitime Ulusal Gelirden Ayrılan Pay ($)
260 24.700 109.200 3.000.000 51.000.000 %7,5
Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim sistemi merkezi olmayan bir karar mekanizması ile yönetilmektedir. Ülkenin herhangi bir konuda ulusal bir müfredatı yoktur. 1991 yılında ortalama sınıf büyüklükleri 25 öğrenciden oluşmakta, 19 öğrenciden az 27 öğrenciden kalabalık sınıf bulunmamaktadır. A.B.D.’de bilgisayarların eğitim alanına girmeleri 1970’li yıllara rastlamaktadır. 1996 yılına gelindiğinde okullarda her dokuz öğrenciye bir bilgisayar düşmektedir. 1989 yılında fen bilgisi dersleri veren öğretmenlerle İngilizce dersi veren öğretmenlerin % 40’ı derslerinde bilgisayarlardan yararlandıkları saptanmıştır. Bu sayılar 1992 yılına gelindiğinde fen bilgisi öğretmenleri için % 50, ingilizce dersi verenler içinse % 60’a çıkmıştır. Son iki yıl içersinde ise okullarda modem, CD-ROM, yerel ağ ve videodisk kullanımı büyük oranda artmıştır. Bununla birlikte, öğrencilerin gösterdiği performansa bakıldığında eskiye kıyasla bir iyileşme olmadığı gözlenmektedir. Bu nedenle, son günlerde, ulusal müfredat, ulusal test, yeterlilik standartları konusunda tartışmalar yapılmaktadır. Önümüzdeki yıllarda, bilgi teknolojilerinde gelişmeye bağlı olarak öğrenme alışkanlıkları ve eğitim anlayışındaki değişmelere paralel ve buna uygun müfredatların oluşacağı fikri tartışılmaktadır. Ayrıca, ileriye yönelik planlar olarak bilgisayar eğitiminin kalitesinin arttırılması, teknik alt yapının güncellenmesi, öğretmen eğitimi ve bilgi teknolojilerine erişimde fırsat eşitliğinin yaratılması düşünülmektedir.

Çin

Nüfus (Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı (Milyon) Eğitime Ulusal Gelirden
Ayrılan Pay ($)
1190 2.200 813.000 9.000.000 177.0 (%12.7) 9.64 Milyar

Çin’de zengin ve yoksul bölgeler arasındaki farklılığın çok büyük olması eğitimi olumsuz yönde etkilemektedir. Ülkede bilgisayarların eğitim alanında ilk kullanımına 1978 yılında başlanmıştır. Halen 20.000’den fazla bilgisayar öğretmeni ve 20.000 okulda yerleşik 100.000’den fazla bilgisayar bulunmaktadır. Zengin ve yoksul kesime ait çocuklar arasında bilgisayar kullanımı konusunda çok büyük bir eşitsizlik bulunmaktadır. Öğretmenler yeterli eğitim yazılımı bulamamaktan yakınmaktadırlar. Ayrıca, öğretmenlerin çoğunluğu bilgisayar konusunda eğitilmemiş durumdadır.

Türkiye
Nüfus (Milyon) Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir ($) Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Öğrenci Sayısı (Milyon) Eğitime Ulusal Gelirden
Ayrılan Pay ($)
64.266 2.947 68.591 352.732 11.219 % 2.1

Türkiye’de eğitimde bilgisayar kullanımının yaygınlaştırılması amacıyla çeşitli çalışmalar sürdürülmektedir. Okullarda bilgisayar laboratuvarları kurulmaktadır. Laboratuvarlı okul sayısı 779 ve bu okullardaki laboratuvar sayısı 1792 olmuştur. Mevcut bilgisayar laboratuvarlarındaki bilgisayar sayısı 22.918’e ulaşmıştır. Milli Egitim’e bağlı devlet okullarındaki eğitim kalitesinin arttırılması amacıyla Dünya Bankası’ndan alınan kredi ile Milli Eğitimi Geliştirme Projesi başlatılmıştır. Bu proje iki kısımdan oluşmaktadır ve birinci kısmı Milli Eğitim Bakanlığı-Dünya Bankası katılımıyla yürütülerek tamamlanma aşamasına gelmiştir. Projenin bu kısmında 53 Bilgisayar Deneme Okuluna 1.666 adet bilgisayar alınmış ve bu okullarda bilgisayar laboratuvarları kurulmuştur. Aynı proje kapsamında 256 Ticaret ve Turizm Eğitimi Okulu ile 50 Kız Teknik Öğretim Okuluna bilgisayar laboratuvarları kurulmuştur. Ayrıca, 160 Müfredat Laboratuvar Okulu’nda laboratuvar kurma çalışmaları devam etmektedir. Bu proje çerçevesinde 53 Bilgisayar Laboratuvar okulunda denenmek üzere Bilim ve Teknik ansiklopedisi, İngilizce, matemetik, fizik, kimya ve biyoloji konularında ders yazılımları alınmıştır. Bu yazılımların deneme okullarındaki uyguluma çalışmaları tamamlandıktan sonra yaygınlaştırılması planlanmaktadır. Donanım ve alt yapı çalışmalarına ek olarak 1996 yılı içersinde 256 yeni formatör öğretmenin eğitimi yapılmış ayrıca 314 öğretmen 1. ve 2. tekamül eğitimine tabi tutulmuştur. Bu sayılarla birlikte formatör olarak eğitilen öğretmen sayısı 1500 civarına ulaşmıştır.

Sonuç:

Buraya kadar anlatılanlardan bir dizi fazla sonuç ve çözüm önerileri üretmek mümkündür. Bunu yapmadan önce bundan bir süre önce Bussiness Week dergisinde yayınlanan ve S. Wildstorm tarafından kaleme alınan bir makaleye değinmek yerinde olacaktır. Bu makaleye yazar çocukluğunda Ruslar tarafından uzaya gönderilen Sputnik’in Amerikan eğitim sistemi üzerine yaptığı etkileri anlatarak başlıyor ve bu konudaki gözlemlerini şu kelimelerle özetliyor: “Sputnik’in uzaya gönderilmesi ulusal bir paniğe neden oldu. Bunu takip eden bir kaç ay içerisinde okullara fen bilgisi laboratuvarlarında kullanılabilecek malzemeler akmaya başladı. Fakat bu sırada herhangi bir öğretmen eğitimi yapılmadığı için daha sonraki seneler bu pisliği temizlemekle geçti. Internet’in okullara sokulabilmesi için gösterilen tutkuda benzeri bir sonuç verecek gibi görünmektedir...” Evet, günümüzde bilgi teknolojileri ve Internet her alanda hayatımızı büyük bir hızla değiştirmektedir. Dolayısıyla, bu teknolojileri bir an önce hiç zaman geçirmeden eğitim sistemimiz içinde yer almasını sağlamamız gerekmektedir. Fakat, bunu yaparken bizden önce bu konuda uzun zaman ve emek harcamış diğer ülkelerin deneyim ve uygulamalarından doğru dersler çıkarmamız “Amerika’yı yeniden keşfetmemizi” engelleyecektir. Gerçekten, Amerika’yı keşfetmekten yorulup kıta amerikasını gezme vakti çoktan geldi ve geçiyor. Bunun için yapılması gerekenler yukarıda örnekleri verilen ülkelelerin deneyimlerinde yatmaktadır. Kısaca özetleyecek olursak;

İlk olarak, donanım ve donanıma uygun alt yapı olmazsa olmaz bir öncelik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugünkü Internet alt yapısı kesinlikle üzerinde ses ve görüntüyü taşıyabilecek bir seviyeye getirilmelidir. Bilindiği gibi henüz daha ülkemizdeki yüksek öğrenim kurumlarının tamamı birbirleriyle Internet aracılığıyla konuşamamaktadır. Bütün alt yapının bir anda istenen seviyeye getirilmesinin imkansız olduğu düşünülecek olursa, ilk olarak üniversitelerin özellikle eğitim fakültelerinin Internet bağlantısının yapılması gerekmektedir. İkinci aşama olarak Milli Eğitim Bakanlığının ilgili kuruluşlarıyla, yakın çevrede bulunan okulların katılımıyla Eğitim Fakültesi-Milli Eğitim Bakanlığı-Okul ağ yapısının oluşturulması (okulnet veya uloknet (ulusal okullar ağı)) gecikmeksizin gerçekleştirilmelidir. Burada oluşturulması önerilen omurga yapısı Ulaknet’in devamı olduğu için bir çok yerde yeniden kablolama gerekmeyecektir.
Alt yapının iyileştirilmesine paralel olarak okullardaki donanım eksikliği ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için her okulda bir bilgisayar laboratuvarı fikri desteklenebilir.
Teknoloji boyutundaki iyileştirme kesinlikle “öğretmen eğitimiyle” birlikte gerçekleştirilmelidir. Bunun için Ulusal bir Müfredat çerçevesi belirlenmeli ve ilgili alanlarda eğitim verecek kişilerin bir an önce eğitimine başlanmalıdır. Müfredat önceden belirlenecek olursa öğretmen eğitiminde özel firmalarda rol alabilirler. Bu tür bir yaklaşım eğitim faaliyetlerinin hızlanmasında çok önemli bir rol oynayacaktır.
Yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü gibi donanım altyapısının oluşturulması ve öğretmen eğitiminin sağlanması Internet’in müfredat içersine alınmasında yeterli olamamamaktadır. Buradaki başarı tamamıyla anadilde üretilen eğitim yazılımlarına bağlı kalmaktadır. Burada vurgulamaya çalıştığımız yazılımlar bilgisayarların araç olarak kullanıldıkları kelime işlem, hesap tablosu veya veri tabanı yazlımları değildir. Ayrıca, eğlendirerek öğrenmeyi sağlayan yazılımlarda bu gruba girmemektedir. Bu yazılımların pazarı olduğundan bir çok özel sektör firması bu tür yazılımları halihazırda üretmektedirler. Özellikle, üzerinde durulması gereken nokta, fizik, kimya, biyoloji, sosyal dallar ve yabancı dil gibi değişik alanlara hitap edebilecek kapsamlı eğitim yazılımlarının hazırlanmasıdır. Bu konuda özel sektöre çok büyük görevler düşmektedir. Genellikle, pazar payının çok olmaması büyük yazılım şirketlerinin bu alana ilgi duymasını engellemektedir. Dolaysıyla, bu konuda gereken tedbirlerin önceden alınması gerekmektedir.
Bilgi teknolojilerinin eğitim sistemine entegrasyonunu sağlamak amacıyla müfredatta gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
Kurulacak olan bilgisayar laboratuvarlarının işletilmesini sağlamak amacıyla yeni düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bu tür yerlerin devamlılığını sağlayacak kişilerin görev tanımlarıyla birlikte kadro sorunlarının çözülmesi gerekmektedir. Bu kişilerin mutlaka 4 yıllık programlardan yetişmiş olmaları gerekmemektedir. Bunun yerine iki yıllık meslek okullarında bu görevi yerine getirebilecek kişiler hem örgün ve hem de yaygın eğitim yoluyla kısa süre içinde yetiştirilebilirler.
Hangi alan olursa olsun öğretmen olarak görev yapacak kişilerin eğitimleri sırasında temel bilgisayar okur-yazarlığı ve Internet ve öğretim materyali hazırlama konusunda eğitilerek mezun olmaları sağlanmalıdır. Bu konuda YÖK (Yüksek Öğrenim Kurumu) tarafından gerçekleştirilen Eğitim Fakültelerinin yeniden düzenlenmesi sürecinde bazı çalışmalar yapılmış ve 1998-1999 yılından itibaren bütün Eğitim Fakültelerinde bu iki konuda zorunlu dersler programlara konmuştur.
Son söz olarak, eğitimde teknolojilerin kullanımına ilişkin sorunların çözümü göründüğü kadar kolay değil aksine karmaşıktır. Unutulmaması gereken en önemli nokta, eğitimi verecek olanların o konuda bilgi sahibi olmalarıdır. İnsanlar, genel olarak her yeniliği gereksiz bir yük olarak algıladıkları için ilk olarak kullandırmak istediğimiz teknolojinin faydalarını anlatmakla ve hedef kitlenin bulunduğu yerden başlamamız sistemin başarılı olmasının en temel koşuludur.
Kaynaklar:

1) Plank, H. (Ed). (1991). Education in Austria: A concise Presentation. Vienna: federal Ministry of education and arts.
2) Wetzel, G., Haider, G. (1991). COMPED national questionnaire Austria, Salzburg: University of Salzburg, Austrian IEA Reseach Center.
3) Denis, B. (Ed), (1993), Control Technology in Elementary Education (NATO ASI Series, Vol. 116) Heidelberg: Springer Verlag.
4) Azalov, P., Todorova, M., Assenova, P. (1991), "On some problems of informatics education in secondary school, Teaching Mathematics and informatics,3:1-4.
5) Pelgrum, W.J., Janssen Reinen, I.A.M., Plomp, Tj. (1993), Schools, Teachers, students and computers: A cross-national perspective. The Hague, Netherlands: (IEA) The International Association for the Evaluation of Educational Achievement.
6) MEN(1990)Padagogical use of satellites images, Centre National d'etudes spatiales.
7) Rommel, H.-G. (1987), "Development of educational Software in Germany (Federal republic)", pp 125-138 in T. Plomp, K. van Deursen, J. Moonen (ed), CAL or Europe, Computer-Asisted Learning for Europe. Amsterdam, NewYork, Oxford: North-Holland.
8) Dimaras, A. (1978), "The Movement for Reform: A Historical Perspective", Comparative Education Review. Vol 22, No 1,pp11-20
9) Mclean, M. (1990), Britain and Single Market Europe: Prospects for common School Curriculum. The Bedford Way Series, Institute of Education, University of London, London: Kogan Page ch, 5.
10) Japan Association for Promotion of Educational Technology (1993), Report No. 49 and No 50, Tokyo.
11) MESC (1990) outline of Education in Japan, The Asian Cultural Centre for Unesco, Tokyo.
12) Krins, D., Plomp, Tj, Scholtes, E. (1992), New Information Technology in Education: The Netherlands. Luxemburg, Official Publications for the European Communities.
13) European Communities Commission (1993), New information Technology in education, Spain. Luxemburg: Office for Official Publications of the European Communities.
14) Martin, D.(Ed), (1991), Spain Information Technology, Madrid, Ministerio de education in Ciencia.
15) Hooper, R. (1997), National Development Program in Computer-Asisted Learning :Final Report of the director. Councial for educational Technology.
16) Parlimentary Office of Science and Technology (1991), Technologies for Training: The Use of Technologies for Teaching and Learning in Primary and Secondary Schools. Volume 1. Report Parliamentary Office of Science and Technology.
17) Anderson, R.E. (Ed), (1993), Computers in American Schools,
1992: An Overview. IEA Computers in Education Study, department
of Sociology, University of Minnesota, Minneapolis, Minnesota.
18) Natioanal Center for Education Statistics (1994), Digest of Education Statistics 1994 (NCES 94-115), Washington, D.C.: US. Goverment Printing Office.
19) China Education Newspaper (1993), The educational Statistics communique for 1992 (march 15,1993).
20) Pelgrum, W.J., Plomp, T (1991), The use of computers in education
worldwide, Elmsford, NY. Pergamon Press.
21) Milli Eğitim Bakanlığı, BİLGEM (Bilgisayarlı Eğitim Müdürlüğü)
22) Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) 1996 Yılı İstatistikleri.



Eğitimde Teknoloji

Öğrenmeyi klasik sınıflarda sınırlandırmadan, çalışanların ihtiyaç duydukları anda bilgiye erişimlerini mümkün kılmak amacıyla gelişmeye başlayan bilinç, özellikle eğitim metodolojilerinde teknolojinin oynamaya başladığı rolü eskiye oranla çok daha etkin ve verimli kılmaya başladı. Böylece, etkin eğitim teknikleri ile on-line teknolojileri en iyi biçimde birleştirmenin yolunu aramak, eğitim alanında çalışanlar için birincil önem taşır oldu.

“Teknolojiye Dayalı Eğitimler” ifadesi, bir çok farklı stratejiyi getirebilir akıllara. CD-Romlar yoluyla Bilgisayar Destekli Eğitim (CBT), Internet ve/veya Intranet’ten WEB Tabanlı Eğitimler (WTE), Elektronik Performans Destekleme Sistemleri (EPSS), diğer On-Line Eğitimler, Bilgisayarların destek olarak kullanıldığı her türlü simülasyonlu eğitimler ve daha şu anda aklımıza gelemeyen diğerleri. Hepsinin ortak yönü: Bilgisayarlar.

Simülasyonlu Eğitimler haricindeki stratejilerin bir diğer ortak özelliği ise uzaktan eğitimi de mümkün kılmaları. Böylece kişiler hem zamandan hem de mekandan bağımsız olarak ihtiyaç duydukları anda eğitim alabiliyorlar. Bu tür eğitimlerin en büyük avantajı, eğitimin taşıması gereken “tam zamanında (just in time)” ve “tam ihtiyaç duyulduğunda (just in case)” özelliklerini taşıyabiliyor olması ve uzun vadede zaman ve maliyetten çok büyük kazanç sağlayıcı etkisidir

18 Şubat 2009 Çarşamba

Blog nedir? Blogların Tarihçesi..

Blog nedir? Kelimenin ilk oluşumu, "Web" ve "Log" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş, “Weblog” olarak isimlendirilmiştir. Bu teknik biraz daha yaygınlaştığında ise, "blog" olarak kısaltılmıştır. Türkçe’ye de “ağ günlüğü veya web günlüğü” olarak çevrilmiştir. Ancak, bu çeviri yerine Türkçe’de “blog” olarak kullanılmaya devam etmektedir (“Web Log” terimi ilk kez, internet yazarı olan Jorn Barger tarafından 1997 yılında kullanılmış, “blog” kısaltması ise birkaç yüz blogun olduğu 1999 yılında ortaya çıkmıştır. Blog’larla ilgili terimler 2003 yılında “Oxford English Dictionary” içinde yerini almıştır).

En basit tanımıyla blog, kolay hazırlanabilir bir web sayfasıdır. Bedava veya pahalı olmayan yazılımlar aracılığıyla herkesin birkaç dakika içinde, bir web sayfası üzerinde bir günlük oluşturması olarak tanımlanabilir. Blog’lara yapılan her yeni girişe “gönderi – post” adı veriliyor. Blog’lar, genel olarak en yeni gönderinin en üstte gösterildiği ve her gönderinin sonunda günlük sahibinin adı ve gönderi zamanının belirtilmesi şeklinde oluşturuluyor. Blog’lar çok sık güncelleniyor (Günlük veya günde birkaç kez gönderi yapılması tercih ediliyor). Blog gönderilerinin içeriği, diğer bloglara, haber hikayelerine, fotoğraflara, resimlere, yorumlara, video ve ses kayıtlarına verilen pek çok bağlantıdan (linkten) oluşuyor. Blog’lar ayırtedici bazı özelliklere de sahip; bir takvim ya da arşiv, her gönderi için kalıcı bir web adresi (permalink) ve yorum girişi yapılması için sahalar bunlardan bazılarıdır.

Business Week bir makalesinde blogsfer için şu tanımlamayı yapıyor (Baker ve Green 2 Mayıs 2005);

“Blog dünyasını gözünüzde büyük bir cafe olarak canlandırın. Altı ya da yedi nanoteknoloji uzmanı bir masada dizüstü bilgisayarlarına eğilmiş harıl harıl bir şeyler yazıyorlar. Sağ çaprazlarında bir grup genç aşk hakkında derin bir söyleşiye girmişler. Bu iki masa arasında çok fazla bir ilişki yok. Ancak liste uzuyor. Suudi kadınlar, kedi sevenler, şarap meraklıları, bahçe bakımını öğrenenler ve cep telefonları ile uğraşan devasa bir masa. Bu devasa masa, yani “mobile-photo” kalabalığı, blog’larını güncellemek için cep telefonları ile çektikleri fotoğrafları gönderiyorlar. Gürültü insanı sağır edecek kadar yoğun. Ama bu cafe, içinde uçuşan, değerli bilgiler ile yüklü. Bloglar insanların akıllarında olanın okunmasını sağlıyorlar.

”90’ların ortalarında on-line günlükler, öğrenciler ve teknik bilgiye sahip çalışanlar arasında yaygın bir hale geldi. Popüler olmaya başlamalarıyla birlikte, bu günlüklerin daha kolay oluşturulabilmesi için bazı yazılımlar geliştirildi. Sonuç olarak, HTML bilgisi veya web dizaynı yeteneği olmayan kişilere, kendilerini online olarak ifade edebilmeleri için bir araç sağlanmış oldu.Bugün, blog’lar bir patlama yaşıyor; sadece sayı olarak değil, itibar ve erişim açısından da. Bazı tahminlere göre, günde 20.000 blog oluşturuluyor, ki bu milyonlarca kişinin, milyonlarca okuyucu çekecek kişisel bir sayfasının olması anlamına geliyor. Bu kişiler, blog’lar üzerinden söyleşileri, referansları ve yeni ilişkileri besliyorlar ve büyümeleri yakın gelecekte yavaşlayacağa benzemiyor.Blog’lar, 1990 yılından 2005 yılına kadar geçen sürede çok büyük bir ilerleme sağladı. Bunun pek çok sebebi var. Herşeyden önce blog’ları oluşturmak çok kolay. 2005 yılı sonuna kadar Amerika’daki blog’larının 10 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor (Tüm dünyada 34 milyon). Pew Internet and American Life Project firmasının yaptığı araştırmaya göre, internet kullanıcıları arasında blog okuyuculuğu 2004 yılında %58’e ulaşmış, her gün okuyanların oranı ise %17’den %27’ye yükselmiştir. Amerika’daki internet kullanıcılarının %7’si (8 milyon kişi) kendi blog’larını oluşturmuş. Ancak aynı araştırma, blogların diğer web sitelerine benzemesi ve içerik farklılığının anlaşılmasının zor olması nedeniyle, sadece %38’lik bir kesimin okuduklarının bir blog olduğunu bildiklerini ortaya koymuştur. Bu araştırmadan elde edilen diğer rakamlar ise şöyle;§ Blogger’ların %57’si erkek, %43’ü kadın;§ %48’sinin yaşı 30 veya altında, %52’si 30’un üstünde;§ %70’i evlerinden yüksek hızda internet erişimine sahip;§ %82’si 6 yıl veya daha uzun süredir internet kullanıcısı;§ %42’sinin yıllık aile geliri 50.000 USD’nin üstünde;§ %39’u kolej veya üniversite mezunu;§ Internet kullanıcılarının %12’si bloglara yorum veya diğer materyal göndermiş (14 milyon kişi).Blog’ların içerikleri ise inanılmaz bir çeşitlilik gösteriyor; politika, eğlence, müzik, sanat, hayat, aşk, popüler kültür, spor, reklamcılık, pazarlama... Blog’ların neyi içerdiğini sormak, insanların kağıt üzerine ne yazdıklarını sormakla aynı anlama geliyor ve bu sorunun cevabı: Neyi isterlerse.Peki ama blog’lar neden bu kadar önemli ?Blog’ların Yarattığı Değişim“Kişisel web sayfalarının vaadi, web üzerindeki varlığımızı ortaya koyacak sürekli bir yer sağlamaktı. Şimdi buna sahibiz, Weblog’lar. Weblog’lar bizim web kişiliklerimiz (web selves) ve konuşuyorlar.”David Winberger, JoHo the Blog’un yazarı (www.hyperorg.com/blogger) ve The Cluetrain Manifesto’nun eş yazarı.2004 yılında yaşanan iki büyük olayda blog’ların gücü çok net olarak anlaşıldı. Bunlardan ilki Amerika’daki başkanlık seçimleriydi. Blogger’lar, bir kaç aylık kısa bir süre içinde bile etkileyici bir varlık yaratmayı başarabildiler (http://www.blogforamerica.com/). Diğer yandan Asya depremi olduğunda, Tayland, Endonezya, Hindistan ve diğer zarar gören ülkelerdeki blogger’lar, ilk durum raporlarını iletmek için harekete geçti. Milyonlarca insan, dakika dakika bu büyük felaketin detaylarını, medyadan önce, bu blog’lardan izledi (http://www.tsunamihelp.blogspot.com/).Diğer bir örnek ise, Instapundit (http://www.instapundit.com/). Tennessee Üniversitesi hukuk profesörü Glen Reynolds tarafından oluşturulan bu lider blog’un günlük 100.000’in üzerinde ziyaretçisi var (Çoğu ünlü köşe yazarının okuyucusundan daha fazla).Blog öncesi dünyada, yazılı basın, kitle iletişim araçları için modeli ortaya koymaktaydı. Şanslı bir azınlık, baskı makinaları ile birlikte, bilgiyi de elinde tutmaktaydı. Gazeteler veya global üretim devleri, kalabalıkların ne öğreneceğine karar verirdi. Bu elit grup, sırları güvence altına alır ve daha sonra bilgiyi, istedikleri miktarda, tüketicilere, çalışanlara, yatırımcılara ve medyaya dağıtırlardı (Baker ve Green 2 Mayıs 2005).Blog’lar tüm bu dünyayı başaşağı çevirdi. Blogging hizmeti veren bir siteye girip, bir hesap açmak ve internet aracılığıyla bir blog yayıncısı olmak 10 dakikada mümkün. Üstelik, bunu yaparken internet yazılımı bilgisine de sahip olmak gerekmiyor. Sonuç ise inanılmaz. Blogger’lar birbirlerini okudukça, yorum yapıp sayfalar arasında bağlantılar (linkler) kurdukça global bir söyleşi oluşturuyorlar. Blog’lar denklemin içine girdiği zaman, akla “basın kim?” ve “medyanın tanımı nedir?” soruları geliyor. Yayıncılar ile halk arasındaki açık giderek kapanıyor. Bu durum, kitle iletişimini baş aşağı çeviriyor, yani kitle iletişimini (mass media), kalabalıkların/kitlelerin iletişimine (media of the masses) dönüştürüyor.Her gün kameralı cep telefonlarından çekilen fotoğraflardan PowerPoint sunumlarına, devlet dosyalarından e-mail ve cep telefonu mesajlarına kadar milyarlarca bilgi dijital ortamda akıp gidiyor. Birkaç tık ile, tüm bu bilgiler herhangi biri tarafından blogsfer’e aktarılabilir. Eğer bu aktarılanlar büyük bir haber niteliği taşıyorsa, bir anda blogsfer’de büyük bir hareket başlıyor. Blog’lar, bu haberi yayınlayan diğer blog’lara referans (link) vermeye başlıyorlar. Tüm bunların en kötü yanı ise, bu bilgilerin web ortamında sonsuza dek kalacak olması.Bu korkutucu gerçek karşısında kuruluşlar ne yapacaklarını bilemez haldeler. Pazarlama, reklam ve halkla ilişkiler camiaları için blog’ların bu hızlı yükselişi, beraberinde ciddi soruları da getiriyor. Birkaç ay gibi kısa bir süre içinde başkanlık seçimleri gibi ulusal bir olayda bile varlıklarını ciddi anlamda gösterebilen blogger’lar, bir sonraki adımda dikkatlerini ne yöne çevirecekler? Medya, reklam camiası, halkla ilişkiler camiası, pazarlamacılar, hükümetler, kanunlar?..Blog’lar Pazarlama Dünyasına Ne Sunabilir ?Internet, bilginin büyük bir hızla yayılması için çok uygun bir platform oluşturdu. Her türlü riske karşın, blog öncesi dünyada, bilgi ve duyuruların zamanlamasını, içeriğini ve tonunu reklam ve halkla ilişkiler uzmanları olabildiğince kontrol ediyordu.Bugün, haberler ve yeni fikirler, blog’ların da içinde bulunduğu pek çok kaynak aracılığıyla eskisinden de hızlı bir şekilde yayılabiliyor. Bu yayılımın çoğu beklenmedik bir biçimde ve radara yakalanmadan gerçekleşiyor. Haberler genellikle ses ve video kayıtları ile resimlerin bulunduğu zengin bir medya formatında sunuluyor. Blogger’lar bir gece içinde ortaya çıkıp haftalar, hatta günler içinde şöhret kazanabiliyorlar. Blogger’lar aslında bilginin yaratıldığı, yayıldığı ve bu bilginin etki gücünün yüksek olduğu bir mikro evren kurmuş durumdalar. Üstelik, pazarlamacıların ulaşmak için milyonlarca dolar harcadığı ‘tüketici’lere, ilk elden ve etkin şekilde ulaşabildikleri bir evren; ki bu evren, iletişim ve medya camiasının bilindik kurallarını takip etmiyor.İnsanların blog’ları oluşturmasından ve bunların okunmasından bağımsız olarak, tüm blogger’lar iş, halkla ilişkiler, pazarlama ve reklamcılık dünyalarının dikkate almasını istedikleri toplu bir mesaj gönderiyorlar: “Blogger’lar burada ve burada kalmaya devam edecekler. Bizimle anlaşın.”Bu çağrı karşılıksız kalmıyor. Blog’ların etkileyicilikleri ve izleyicileri arttıkça, firmalar hedef pazarlara ulaşmak, ulaşılması güç tüketiciler ile iletişim kurmak ve kendi ürün/markaları hakkında söylenenleri izlemenin yeni yollarını bulmak için blogsfer’e giriyorlar. Yani, artık pazarlamacılar, müşterilerine birşeyleri sadece aktarmak yerine onlarla bir şeyler paylaşmanın zamanının geldiğini farkediyorlar.Peki ama blog’lar reklam, halkla ilişkiler ve pazarlama camialarına ne sunabilir? Edelman ve Intelliseek, blog’ların, reklam, halkla ilişkiler ve pazarlama camiaları için fırsatlar ve tehditler içeren paradigmal bir değişime önayak olduğunu belirtiyorlar. Blog’ların bu anlamda sağlayabileceği yararları ise şöyle özetliyorlar;Pazar araştırması: Blog’lar yeni bir pazarlama araştırması kaynağı olarak hizmet edebilir ve güçlü göstergeler olabilirler.Ağızdan ağıza iletişimin saptanması, izlenmesi ve analizi: Blog’lar, ortak ilgi alanları olan insanların bilgiyi yaydığı yeni bir forum şekli. Blogsfer içindeki bu bakış açılarının izlenmesi tüm işletmeler ve organizasyonlar açısından önemli veriler sağlayabilir.Reklamcılık ve reklam etkinliğinin ölçümü: Bazı markalar blog’ları reklam şeklinde kullanıyorlar (Örneğin, Nike’ın ‘Art of Speed’ adverblog’u). Yakın bir gelecekte, blog’ların yorum açısından zenginliği, reklam ve halkla ilişkiler etkinliklerinin ölçümünde yeni açılımlar sağlayabilir.Erken uyarı sistemi: Yeni olaylarda ve haberlerde, blog’lar bu bilginin dağıtılmasının yanısıra bir erken uyarı kaynağı da oluştururlar.İlişkisel pazarlamanın genişlemesi: Bloglar, tutkulu tüketicilerin ve kişilerin, duygularını ifade ettikleri ve özgürce tartıştıkları bir buluşma noktası görevini görür.Hedef pazarlama: Blog’lar, yeni, hedefe odaklı reklam sahalarının yaratılmasını sağlayabilirler.Çoklu medya bilgi kaynağı: Bugün, ilk nesil blog’larının büyük çoğunluğu metin ağırlıklı içeriklere sahip. Ancak blogger’lar videolara, ses kayıtlarına, fotoğraflara, resimlere ve diğer interaktif medya unsurlarına blog’larında giderek daha fazla yer vermeye başladılar. Dolayısıyla, blog’lar, herkesin fiilen muhabir olabildiği, zengin medya bilgi kaynakları haline gelebilirler.Fikir liderliği: Belirli bir pazar ya da endüstride, blog’lar fikir lideri olarak bir şirketin ya da markanın şöhretini arttırabilirler.Blog’lar farklı yöntemler ile pazarlama aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bu yöntemlerden birisi, lider ve etki düzeyi yüksek blogger’ları bulup, bunlar aracılığıyla marka iletişimini yapmak veya fikirleri yaymaya çalışmak (Kısaca, blogsfer’in ağızdan ağıza iletişim gücünü kullanabilmek). Bu yöntem, halkla ilişkiler uzmanlarının da kullandığı bir yol. Çoğu halkla ilişkiler uzmanı, lider ve etki düzeyi yüksek blogger’ların bir listesine sahip ve bunlar ile ilişki içinde olmaya çalışıyorlar. Halkla ilişkiler uzmanlarının blog’lardan yararlandığı bir diğer nokta ise, blogsfer’in takibi ve burada oluşan ağızdan ağıza iletişimin izlenmesi. Bir başka yöntem de, şirket veya çalışan blog’ları kurmak. Bu sayede, firmalar diğer blogger’lar ve blog okuyucuları ile etkileşime girmeye çalışıyorlar. Bunun sonucunda da, hem müşteriler ile gerçek ilişkiler kurmayı, hem de olumlu bir ağızdan ağıza iletişim yaratmayı umuyorlar. Diğer bir kullanım alanı ise blog reklamcılığı.Aşağıdaki bölümler, blog’ların pazarlama amaçlı olarak nasıl kullandıklarına ilişkin bazı örnekleri ve bu kullanımlara ilişkin uzman görüşlerini içeriyor.Blog Takipçiliği“Bilgi çağında ilk defa insan yüzü iş dünyasına katıldı. Bloglar, gerçek insanlar tarafından yönlendirilen, çift taraflı bir diyaloğu oluşturmanızı sağlıyorlar. İlk defa halkla ilişkiler gerçekten “halkla ilişki” anlamına geliyor.”Steve Rubel, PR uzmanı ve MicroPersuasion blogunun yazarıBisiklet kilitleri yapan Kryptonite firması, bir forum yazarının firmaya ait 50 dolarlık bir kilidi, bir tükenmez kalem ile nasıl etkisiz hale getirilebileceğini adım adım gösterdiği bir videoyu yayınladığında tamamen hazırlıksız yakalanmıştı. Bu bilginin blogger’lar tarafından hızla yayılması ve firmanın buna cevap vermekte gecikmesi üzerine, firma bu kilitleri değiştirme sözü ile birlikte, oluşturmak için yıllarca uğraştığı şöhretini ve 10 milyon doları da kaybetmiş oldu. Bu ve benzeri olaylar, firmaların korkulu rüyası haline gelmeye başladı.Diğer yandan, blog’lar, “tüketiciler tarafından yaratılan medya (consumer-generated media)” olarak adlandırılan kavramın bir uzantısı. Doğal olarak da, içinde çok fazla miktarda müşteri bilgisi barındırıyor. Bu gelişmelere bağlı olarak, firmalara yol göstermek için büyük bir endüstri doğuyor. Danışmanlar, markalarını ve şöhretlerini blog’ları ile oluşturuyor.Bunlardan en büyüğü Steve Rubel. CooperKatz & Co halkla ilişkiler firması yöneticilerinden olan Steve Rubel, bir yıl kadar önce Micro Persuasion isimli blog’unu yayınlamaya başladı. Rubel’e göre, yapılması gereken ilk iş, blog’ların firmanız hakkında ne söylediğini izlemek (Hatta IBM bile bu hizmetleri sağlamak için kapıda bekliyor). Sonraki adım, hasar-kontrol stratejileri. Blog saldırılarına nasıl karşılık verilmeli? Rubel, firmaların, blog’ların ne hakkında konuştuklarını takip etmeyi, etkileyici blogger’ları saptamayı ve kendilerini dinletmeyi nasıl başaracaklarını öğrenmeleri gerektiğini söylüyor.Elimizde son sekiz ay içinde nicelik olarak ikiye katlanan güçlü bir topluluk var ve bu topluluk potansiyel müşterileri biraraya getirmenin yanısıra incelenecek bir dünya veri ile dolu. Google’ın blogger proje müdürü Jason Goldman, blog’ların web’in büyümesinin nedeni olduğunu söylüyor.Blog arama motoru firması Technorati’nin kurucusu David Sifry, olaya biraz daha farklı bakıyor, “Bu mevcut web’in büyümesi değil, tamamen yeni bir şey. İnsanların günlük hayatları ile sarmalanmış durumda. Zamana bağlı. Bugün karşımızda olan web, dokümanların toplandığı bir yer. Bir kütüphane. Blog’lar ise farklı. Her biri, anlık gönderiler ile büyüyor. Eğer bir firma milyonlarca blog’u aynı anda izleyebilirse, dakika dakika dünyanın büyük bir bölümünün ne düşündüğü hakkında sıcak bir harita çıkartabilir. Geçtiğimiz dönemde, e-mail’lar milyonlarca tartışmanın sürmesine aracılık etti. Ancak bu gönderiler kişiseldi. Blog’ların çoğu ise tüm dünyaya açık. Blogger’lar birbirlerini okudukça, yorum yapıp sayfalar arasında referanslar (linkler) kurdukça, global bir söyleşi oluşturuyorlar.”Peki blogları izlemek neden önemli? Dünyanın ne düşündüğünü dakika dakika okuyabilmenin bir firmaya sağlayabileceklerini düşünün. Stüdyolar hangi filmlerin konuşulduğunu öğrenmek için blog’ları izliyorlar. Reklamcılar başlatıkları kampanyaların etkisini görmek için blog’lara bakıyorlar. Tarihte hiçbir zaman bu ölçekte bir pazarlama araştırması aracı olmamıştı.Blog’ları izlemek için büyük bir endüstri kuruluyor. Pek çok firmanın ismi geçiyor bu konuda; Intelliseek, BuzzMetrics, Cymfony, Brandimensions Inc. Bu firmalar karmaşık yazılımlar ile blog dünyasını analiz etmeye çalışlıyorlar. Kurumsal müşterilerinin, pazarlama ve ürün geliştirme fikirlerine yol gösterecek çalışmalar yapıyorlar.Intelliseek ve Cymfony, metin madenciliği (text-mining) ve metin analizi (text-analysis) yöntemleri sayesinde, günde milyonlarca blog’u tarayıp, hangi blog’ların hangi firmalar hakkında konuştuklarını ortaya koyuyorlar. Örneğin Ford, müşterilerinin otomobilleri hakkında ne konuştuklarını öğrenmek için Intelliseek ile birlikte çalışıyor. Technorati gibi blog arama motorları ise, blogsfer’i izleyip hangi blogların en fazla etkiye sahip olduklarını (en fazla referans verilen veya en fazla ziyaretçisi olan blog’lar gibi) belirliyor. Intelliseek günde 3,5 milyon blog tarıyor. Technorati 7 milyondan fazla blog’u takip ediyor.Bununla birlikte, halkla ilişkiler uzmanları, elektronik ortamda süren ağızdan ağıza iletişimin gücünü ölçebilmek ve kullanabilmek için, bu yeni araca hakim olmak yönünde oldukça istekli gözüküyorlar. Blog’lar, grup tartışmaları ve zaman alıcı araştırmaların yerine, hemen her konuda ve gerçek zamanlı müşteri geribildirimlerinin izlenmesini sağlıyorlar. Örneğin, CooperKatz halkla ilişkiler firması, bu amaçla Technorati, PubSub ve BlogPulse gibi blog takipçileri ile birlikte çalışıyor. Ayrıca, “söylenti tablosu” adını verdikleri özel bir araçları da var. Bu araç, blog’lardan toplanan bilgiyi tek bir ekranda özet olarak gösteriyor.Blog’ları izlemek, olası bir halkla ilişkiler krizinin önceden belirlenebilmesi açısından bir erken uyarı sistemi görevini görüyor. Örneğin, CooperCatz, “söylenti tablosu” aracılığı ile, müşterisi WeatherBug’ın başını ağrıtabilecek bir krizi çok erken farkederek, sorunu çözmeyi başarmış (Pool 11 Nisan 2005).Peki, Blog’ları izlemek yeterli mi ?To Blog or not to Blog ?Nike, “Art of Speed” blog’u ile yeni bir reklam biçimi oluşturdu. Firma, 15 genç film yapımcısı ile “hız-speed” fikrini yorumlamaları için anlaştı. Ayrıca, Nike bu blog için reklam destekli blog’lar oluşturan Gawker firması ile çalıştı. Blog, 20 gün boyunca bu film yapımcılarının yorumlarını izledi ve hız konusu ile ilgili bazı yazılar yayınladı. Blog’un yayın süresi 20 gün olmasına rağmen, Nike inanılmaz bir ilgi yarattı. Blog, şu anda www.gawker.com/artofspeed adresinde arşivlenmiş durumda. Diğer başarılı bir örnek ise, Apple’ın iPodlounge.com blog’u. Bu blog, Apple tarafından kurulmuş ve kullanıcıların, ileride sahip olmak isteyecekleri iPod’lar hakkındaki fikirlerini paylaşmalarını sağlıyor. Apple, bu blog aracılığıyla hiçbir şey satmamasına rağmen, çift taraflı bir kazanç elde ediyor. Her şeyden önce markasını güçlendiriyor. Diğer yandan, marka için ileride neyin işe yarayıp neyin yaramayacağını öğreniyor. Blog’lardan başarılı bir şekilde yararlanan diğer bir firma ise Nokia. www.nokia.com/lifeblog sayesinde, blogger’ların kendi blog’larında kullanabilmeleri için metin ve resimler indirmelerini sağlıyor. Bu blog sayesinde kendi web sayfasının da trafiğini arttırıyor. Bu firmalar açtıkları bu blog’lar ile belli bir başarıyı yakalamışlar. Ancak, pek çok uzman, firmaların blog’larını başlatmaları konusunda dikkatli olmaları gerektiğini söylüyor.Saatchi & Saatchi’nin kreatif direktörü Tom Eslinger, blog’ları internetin “reality show”ları olarak adlandırıyor (Young Kasım 2004). Reality showların analojisinde olduğu gibi, blog’larda da sahiciliğin/gerçek olma özelliğinin esas olduğunu söylüyor. Bugün artık sadece blog’larda değil, pazarlamanın tamamında sahicilik temel alınmak zorunda. “The Cluetrain Manifesto” kitabı, geleceğin pazarlaması için 95 tez ileri sürüyor:1. Pazarlar söyleşilerden oluşur.2. Pazarlar gerçek insanlardan oluşur, demografik bölümlerden değil.3. İnsanlar arasındaki konuşmalar, insan sesinden oluşur.4. Bilgileri, fikirleri, görüşleri aktarırken veya tartışmalarda insan sesi açık, doğal ve planlanmamıştır.5. İnsanlar diğerlerini seslerinden tanır.6. Internet, kitle iletişimi içerisinde mümkün olmayan, insan konuşmalarına imkan tanımaktadır... (kitabın tamamına şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.cluetrain.com/book/index.html)Bunlar çok iyi bildiğimiz, ama pazarlamacılar olarak sahip olduğumuz güvenli monologları bırakamadığımız için gözardı ettiğimiz maddeler. Artık bu dönemin sonuna geldik. Monologlar bitti, yerini konuşmalara bıraktı. Eğer siz bu konuşma içinde yer almıyorsanız, müşterileriniz kendilerini dinleyecek bir başkasını bulmakta zorluk çekmeyecektir.Tüm bunlar “to blog or not to blog ?” sorusunun cevabını vermek için gerekli. Blog’lar, marka deneyleri için kullanılabilecek bir yer değil. Bloglar bilginin paylaşılması ve tartışma ortamlarının oluşturulmasıyla ilgili. Blog’lar markanızın önemini anlatabileceğiniz bir yer değil. Blog’lar mevcut ve muhtemel müşterilerinize yatırım yaptığınız bir yer. Tüm bu değişimin farkında olanlar ve bu değişimin neleri gerektirdiğini anlayanlar, bir blog açmak için öntesti geçmiş sayılıyorlar.Ancak, bir blog’u oluşturmak, bunu başarılı bir şekilde devam ettirebilmek anlamına gelmiyor. Bir blog’u başarılı bir şekilde yürütebilmek için, pazarlama uzmanlarının ve blogger’ların tavsiyeleri şöyle; (Young Kasım 2004)1. Kendinize sebebini sorun: Avustralyalı danışman Malcolm Auld ”blogging”e karşı firmaları uyarıyor: “Kendinize neden bir blog yazmak ve yönetmek istediğinizi sorun? Bunun amacı ne olacak? Diğer pazarlama eylemlerinizin yapamayıp da, blog’ların işiniz için yapabileceği şey nedir? Blog’u yönetmek ve güncel tutmak için ne kadar yatırım yapabileceksiniz ? Etkinliği nasıl ölçeceksiniz?”2. Bu işten sorumlu olacak birini bulun: Blog’lar komiteler tarafından değil, insanlar tarafından oluşturulur. Online pazarlama şirketi FirstRate’in teknik konulardan sorumlu direktörü Jon Ostler, blog’un firma yerine, belirlenen bir kişiye ait olmasını ve tüm gönderilerin bu kişi tarafından yapılmasını öneriyor. Ayrıca, bu işle görevlendirilecek kişi kim olursa olsun, bu işi yapmak konusunda tutkulu olmalı, iyi araştırma ve yazma becerisine sahip olmalı ve hepsinden önemlisi internette çok fazla zaman geçirmeye de razı olmalıdır.3. Konuşun: Yeni Zelanda’lı izinli pazarlama (permission marketing) uzmanı Chris Price bu konuda şöyle diyor: “Blog’lar, firmaların pazar içinde farklı bir sese sahip olmalarını sağlar. Bu ses, firmanın haber bültenlerinden daha az resmi ve web sitesinden de daha kişiseldir. Bu özellikler, pazarlamacıların blog’larında başkalarının dinlemek isteyeceği söyleşiler üretmesi fırsatını yaratmaktadır.”4. Dinleyin: "Creating Customer Evangelists" kitabının eş yazarı Ben McConnell’a göre: “Bir blog, firmaların tüzel kabuklarından sıyrılmalarına ve işletmenin insanileşmesine yardımcı olur. Böylelikle, bir blog, işletme içindeki kişilerin, müşterilerini kağıtlardaki rakamlar yerine, düşünen ve çözülmeyi bekleyen sorunları olan insanlar olarak görmelerine yardımcı olur.”5. Paylaşın, satmaya çalışmayın: Malcolm Auld bu konuda da şöyle bir uyarı yapıyor: “Pazarlamacılar, blog’ların şirket imajını satacakları bir yer değil, bilgi değişiminin yapılacağı bir yer olduğunu anlamalılar. Eğer blog’unuz çok fazla satış odaklı hale gelirse, yaşamını sürdürmesi mümkün olmayacaktır.”6. Karşı koymaya hazır olun: Eğer blog’unuz dikkat çekmeyi başarmışsa, er ya da geç birileri sorun çıkartmaya başlayacaktır. Blogsfer’in sizden beklediği açıklık ve şeffaflık kuralları içinde, nasıl karşılık vereceğinizi önceden belirleyin. Sansür kullanıp kötü adam mı olacaksınız? Yoksa yayıncılık adına tüm söylenen şeylere izin verip risk mi alacaksınız? Auld, blog’unuzu yok etmeye çalışan kişi ve gruplara izin vermemeniz gerektiğini söylüyor.7. Basit başlayın: Blog’lar aslında çok basit tasarımlardır. Blog’larda etki yaratmak için büyük biçimsel tasarımlar yapılmasına gerek yoktur. Odak noktası kelimeler olmalıdır. Ayrıca Auld, firma blog’u öncesinde kişinin kendisinin bir blog kurup, daha sonra bu blog’a firmanın sponsor olmasının iyi bir alternatif olduğunu söylüyor.Firmalar için blogsfer’e girmenin bir diğer yolu ise, firma çalışanlarının sahip oldukları blog’ları kullanmak. Microsoft, IBM, Sun MicroSystems ve GM gibi kuruluşlar, blogları, çalışanları ile halk arasındaki iletişimi sağlamada başarılı bir araç olarak kullanıyorlar. Sun MicroSystems, 1.000’den fazla çalışanının kendi blog’larını açmaları için alan ve araç sağlıyor. Edelman’ın CEO’su Richard Edelman, kendi blog’unu, ajansın mevcut ve potansiyel müşterileri, çalışanlar ve halk arasında bir söyleşi platformu olarak kullanıyor. En farklı örneklerden birisi ise, Microsoft’un en önemli “misyoner çalışanı” Robert Scoble’un Scobleizer blog’u. Scoble tek bir blogger’ken, Microsoft bu blog’un modelini aynen alıp, Channel 9 ismini verdiği, yazılım geliştiricilerine yönelik bir web sitesine taşıdı. Bu sayede, 7 gün 24 saat sürecek bir tartışma platformunu da oluşturmuş oldu (Microsoft, çalışanların blog’larını da desteklemeye devam ediyor).Elbette ki, bu işin bazı kötü yanları da var. Microsoft 800’ün üzerinde çalışan blog’una sahip bir işletme. Herşey yolunda giderken, bir çalışan Ekim 2003’de, blog’unda yayınladıkları yüzünden işinden oldu. Michael Hanscom, MSCopy basım dükkanında çalışıyordu, ta ki iş yerine Apple bilgisayların girdiğini gösteren bir fotoğrafı blog’unda yayınlayana kadar. Güvenliği ihlal ettiği gerekçesiyle derhal işten çıkarıldı (Microsoft’un güvenlik bölümüne göre, Hanscom’un çalıştığı yeri tasviri çok fazla şeyi açığa çıkartıyordu). Diğer bir olay ise, geçen yıl yaşandı. Delta Airlines firmasında çalışan bir hostes, kendi hayatından hikayeleri masalsı bir şekilde blog’unda anlatıyordu. Bu hikayede, kendisi Göklerin Kraliçesi’ydi, Quirksville’de yaşıyor ve Anonymous International Airlines’da hostes olarak çalışıyordu. Ancak, hostes ne zaman ki üniforması içinde çektirdiği fotoğrafları blog’unda yayınladı, Delta Airlines artık hayali havayolu şirketinin yeterince anonim olmadığına karar verip, “uygun olmayan fotoğrafları internette yayınlama” sebebi ile hostesi işten çıkarttı. Ancak, bundan sonrası Delta Airlines için tam bir halkla ilişkiler kabusuna dönüştü. Göklerin Kraliçesi, önce bir avukat tutup Delta Airlines’ı dava etti, medyanın kendisiyle görüşme isteklerini karşılamak üzere bir halkla ilişkiler firması ile anlaştı, dünyanın çeşitli yerlerindeki taraftarlarına masum olduğunu yazan t-shirt’ler gönderdi ve bütün bunlarla kalmayıp bir de Virgin Havayolları’na iş başvurusu yaptı. Bunların blosfer’de birer örnek olay olarak dilden dile dolaşması ise, tüm bu olayların en kötü yanı.Bir pazarlamacı, bir firmanın tüm bunları, bu tür olumsuz durumlarda marka imajını korumak için yaptığını anlayabilir. Peki ya blogger’lar bunu anlayabilirler mi? Buradaki bir diğer soru ise, bu kişilerin yaptıklarının bir sorun yaratacağını bilip bilmedikleri.Evet, çalışanlar birer misyoner gibi, blogsfer içinde firmayı savunabilir ya da şirketin insani yüzünü ortaya çıkartarak, müşteriler ile daha derin ilişkiler kurulmasını sağlayabilir. Ancak, bu aşamada şirketin karar vermesi gereken ilk şey, bünyesindeki bir çok sesin katıldığı bir blog’a sahip olmak ya da bir çok çalışanın ayrı ayrı seslerini duyurdukları blog’ları desteklemek isteyip istemediğidir. Eğer cevap evet ise, bu aşamada şirket, çalışanlarına söyledikleri her şeyin işletmeye zarar verebileceğini anlatması gerekiyor. Bu nedenle, çalışanların blog’larında neleri söyleyip neleri söyleyemeyeceklerini, nelerin gizli bilgi olduğunu bilmelerini sağlamak gerekiyor.Ağızdan Ağıza İletişim ve Blog’lar“Bir blog’da acemice bir söz veya yalan söylerseniz, zehirli elmayı ısırmış olursunuz. Niyetiniz ne olursa olsun, tepki o kadar büyük olur ki, bir böcek gibi ezilirsiniz.”Steven Hayden, Ogilvy & Mather’s, Fortune Ocak 2005Mazda, 2004’ün sonlarına doğru, blogsfer’in ağızdan ağıza iletişim gücünün çekiciliğine dayanamadı ve blogsfer’e sadece başını uzattı. Ama çok kısa bir sürede yaptığına pişman oldu. Google’a girin ve “Mazda Blog” yazın, karşınıza ilk çıkanlar “Mazda's Blog+Viral Campaign Falls Flat · MarketingVOX” ve “SplaTT's Blog: Mazda blog comes unstuck” gibi sayfalar olacak. Bu sayfalarda Mazda’ya yapılan eleştiriler oldukça acımasız. Mazda, daha önce sanal ortamda yaptığı bir çalışmanın, blogsfer’de de işe yarayacağını düşünerek Mazda 3 için, 3 adet 30 saniyelik reklam filmini hazırlattığı blog’da yayınladı. Blogsfer içinde, bunun Mazda’nın reklam ajansı tarafından desteklendiğinin anlaşılmayacağını ve bu videoların anonim blogger’lar tarafından eğlenceli bulunup kendi aralarında paylaşılmış gibi görüneceğini düşündü. Ancak, yaptığı büyük bir hata vardı, o da blog’un profesyonel bir web tasarım firmasına hazırlatılmasıydı. Bu profesyonelliği farkeden şüpheci blogger’lar bir anda blogsfer’i Mazda için cehenneme çevirdiler.Peki yanlış giden neydi ? Mazda şeffaflığı tamamıyla göz ardı etti. Yeni bir ortam için, eski bir stratejiyi kullanmaya çalışmak bir hataydı. Blogger’ları bu kadar hafife almak ise, daha büyük bir hataydı. Blogger’lar bilgili, şüpheci ve sahip oldukları ortamı korumak için savunmacıdırlar. Kendilerini aldatmaya kalkanların kokusunu iyi alırlar ve bir kere bunu farkettiklerinde herkesin farketmesini sağlarlar.2003 yılının başlarında, Dr.Peppers ve Seven Up, Raging Cow adı ile sütlü bir ürünü piyasaya sürdü. Hedef kitlelerinde yer alan genç kesime ulaşmak için, geleneksel medyayı bir kenara bırakıp bir inek tarafından yazılan bir blog oluşturdu. Blog, bir ineğin sakin mandıra günlerinden, sütten sıkılanlar ile mücadele verişine kadar yaşadığı değişimi anlatıyordu. Blog, reklamlar, posterler ve örnek ürün dağıtımlarının yapıldığı büyük bir kampanyanın parçası olarak oluşturuldu. Kampanya yöneticileri, vahşi blogsfer’e bırakılan bir mesajın, çok hızlı yayılabileceğini farkettiler. Strateji, kendi blog’larını yöneten ve etki düzeyleri yüksek kişilerin seçilmesiydi. Bu amaçla 6 genç blogger seçildi. Bunlara para ödenmedi, ancak örnek ürün ve promosyon malzemeleri hediye edildi. Ürünlerden blog’larında bahsetmeleri istenmedi ve eğer bahsetmek isterlerse de, bu konuda ne arzu ederlerse yazabilecekleri belirtildi. Bazılarıyla durum iyi gitti. Ancak diğerleri, bu durumu ticari olmayan bir bölgeye, ticari amaçlı bir saldırı olarak algıladı ve boykot çağrısında bulundular (Mazda’da olduğu gibi Google’da “Raging Cow” olarak arama yaptığınızda kampanya hakkında pek çok görüşe ulaşabiliyorsunuz).Tüm bu örnekler, firmaların gözünü korkutmasına rağmen, Blog’lar içinde oluşan ağızdan ağıza iletişimin gücü, yine de firmaları blogsfer’e bir mıknatıs gibi çekiyor. Pazarlama, iletişim ve halkla ilişkiler uzmanları, bu güçten yararlanabilmek için blog’lara ve blogger’lara daha yakın durmaya çalışıyor; onları etkilemenin, ürünlerinden ve markalarından bahsettirmenin yollarını arıyorlar.Bu arayışlar çerçevesinde, karşımıza son dönemin en sıcak konularından birisi çıkıyor. Yani, ağızdan ağıza iletişimde herkesin eşit derecede etkiyeliciliğe ve etkileme isteğine sahip olmaması kavramı. Seth Godin, “Unleashing The Ideavirus”, Malcolm Gladwell “The Tipping Point” ve Emanuel Rosen “The Anatomy of Buzz” adlı kitaplarında hep bu olguyu açıklamaya çalışıyorlar. Seth Godin onlara “sneezers- söylenti yayıcıları” adını veriyor, Malcolm Gladwell ise bu olguyu “Azınlıklar Kanunu” olarak adlandırıyor. Emanuel Rosen da onlardan “Network Hubs – Ağ Merkezleri” olarak bahsediyor ve güç derecelerine göre sınıflandırıyor. Tüm bu adlandırmaların ve açıklamaların ana fikri şu; “Çoğu kişi çıkmaz sokak gibidir, bunların dışında kalan ufak bir grup sizin fikirlerinizi yayacak ve sesinizi duyuracaktır.”Blogsfer’de de bu kural geçerli. Blogger’ların hepsi eşit derecede etkileyiciliğe sahip değil. Blogger’lar arasında da fikirleri ve haberleri daha hızlı yayanlar var. Bu blogger’ların nasıl saptanacağı konusuna ise, Seth Godin kendi blog’unda yaptığı bir gruplandırma ile açıklık getiriyor. Ona göre üç tipte blog bulunmakta,1. Haber Blog’ları: Buradaki fikir çok basit, bir veya bir grup yazar günlük olaylara ilişkin yazılarını blog’larında yayınlıyorlar. Bu yazılar politikadan tutun da, diyet yemeklerine veya teknolojik yeniliklere kadar uzanıyor.2. Yazar Blog’ları: Günlük haberlere ağırlık vermekle birlikte, bunlar yazarların geniş monologlar oluşturmalarına olanak veriyor. Bir kitaba göre daha fazla etkileşim yaratmasına rağmen, bunlar bir söyleşi oluşturmuyorlar.3. Bizim Blog’larımız: Iceberg’in görünen kısmı. “Bizim Blog’larımıza yapılan gönderiler bir tür ateşleyici, söyleşinin başlaması için bir fırsat oluşturuyor.”Bu nedenle, blogsfer içinde ağızdan ağıza iletişimi başlatabilmenin en önemli adımı blog’lardaki çıkmaz sokaklardan kaçınmak. Seth Godin’in deyimiyle, ‘Bizim Blog’larımız” üzerinde yoğunlaşmak. Bunlar arasındaki lider ve etkili fikir yayıcısı konumunda olan blogger’lara ulaşabilmek çok önemli. Blogsfer’de ağızdan ağıza iletişimi sağlamanın diğer önemli basamaklarından birisi de şeffaflık. Her ne olursa olsun, niyetin açık ve dürüst bir şekilde ortaya konması gerekiyor. Örneğin, blogger’lar ile ilişkiye geçtiğinizde, sizin bir pazarlamacı ya da halkla ilişkiler uzmanı olduğunuzu bildiğinden emin olmanız gerekiyor. Bu konuda blogger’lara karşı dürüst olmak, zaman içinde kuracağınız ilişkinin kalitesini belirliyor. Aynen medya yazarlarında olduğu gibi, zaman içinde oluşan güven ve ilişki, blogger’lar için de çok önemli.Peki ama, bunları yapmak, blogger’ların firmalardan, markalardan veya onların ürünlerinden olumlu olarak bahsetmelerini sağlamak için yeterli mi? Blog öncesi dünyanın kuralları ile yaşamaya devam edenler için, blogger’ları etkilemek pek mümkün gözükmüyor. Dürüst olmayan yaklaşımlarla veya bir bedel karşılığında ağızdan ağza iletişimi başlatma çabaları ilk aşamada başarı vaat etse de, bunun geri tepmeyeceğinden emin olmak mümkün değil. Unutulmaması gereken nokta, Blogsfer’de gerçek tutku ile sahtesi arasındaki farkın her zaman anlaşılabilmesi. Diğer yandan, blogsfer felsefesini anlayan, blogger’lara karşı dürüst olan ve yeterince iyi fikir ve haberleri olanlar, blogger’ların yardımını almak için bir şans elde edebiliyor.Blog ReklamcılığıBlog reklamları, tıklama başına maliyet yansıtılan; işleyişi, arama motorları pazarlaması (Google Adwords gibi) ile büyük benzerlikler gösteren bir yapıya sahip. Reklamlar (resim, fotoğraf, video, metin vs.), içeriği ile uyumlu olan blog sayfalarında görüntüleniyor.Büyük reklamverenler için blog’ların içerikleri de, doğal olarak büyük önem taşıyor. Blogads.com, bu hizmeti veren en büyük firmalardan birisi. BlogAds, kendisini reklamcılar ve blogger’lar arasında köprü hizmeti veren bir kuruluş olarak tanımlıyor. En az altı aydır yayında olan ve kendine ait okuyuculara sahip tüm blog’lar Blogads.com’a katılabiliyor. Reklamverenler ise BlogAds’i kendileri için uygun içeriğe sahip blogları bulmak için kullanıyorlar. BlogAds reklam alanları haftalık veya aylık olarak satın alınabiliyor. Blog’un trafiği, yani ziyaretçi sayısı ve reklamların tıklanma oranı arttıkça, bu blog’daki reklam ücretleri de artıyor (BlogAds içinde reklam fiyatları 10 ila 3.000 USD arasında değişiyor). Pazarlamacılar bu blog’lar içinden reklam vermek için seçim yapabiliyorlar, ancak reklamın yayınlanması için öncelikle blogger’ın onay vermesi gerekiyor.BlogAds’in kurucusu Henry Copeland, reklamverenlerin blog okuyucularının gücünü ciddiye almaması nedeniyle, kendisi ile çalışan blogger’lardan, hazırladığı bir anketi okuyucularına ulaştırmalarını ve anketi cevaplandırmalarını sağlamalarını istemiş. Ankete 10.000 blog okuyucusunun katılması bekleniyormuş, ancak bu sayı 17.000’e ulaşmış.Yapılan bu araştırma, blog okuyucuları için tam ve doğru bir örneklemi oluşturmasa da, oldukça ilginç sonuçlara ulaşılmış. Blog okuyucularının %60’lık kısmının 30 yaşın üzerinde olduğu ve neredeyse %40’ının 90.000 USD’nin üzerinde yıllık gelire sahip olduğu ortaya çıkmış. Reklamcılar için önemli bir başka sonuç ise, bu kişilerin yarısının son altı ay içinde internetten kitap alımı için 50 USD, uçak biletleri için de 500 USD üzerinde harcama yaptıklarının, ayrıca %25’inin internetten 100 ila 500 USD arasında değişen tutarlarda elektronik ürün almış olduklarının belirlenmesidir (Ryan 12 Temmuz 2004).Popüler blog sayfalarına sahip Gawker Media’dan Nick Denton; reklamcıların, bu tüketicilere başka kanallardan ulaşmanın mümkün olmadığını bildikleri için, internete kaçan tüketicilerini takip etmeleri gerektiğini fark ettiklerini belirtiyor. Denton şöyle devam ediyor; “18-34 yaş arası, yıllık ortalama geliri 75.000 USD olan bir okuyucu kitlemiz var. Ve bu 18-34 yaş arasındaki okuyuculara geleneksel medya ile ulaşmak mümkün değil. Bu kişiler gazete okumuyor, giderek daha az dergi okuyor ve herkesin son günlerde konuştuğu gibi, 18-34 yaş arası erkekler artık çok fazla televizyon seyretmiyorlar.”Sony ve Amazon gibi büyük kuruluşlar blog’ları mecra olarak kullanıp, reklam yapıyorlar. Blog reklamcılığının yıldızı parlamakla birlikte bu reklamların etkinlikleri henüz ispatlanmış değil. Blog reklamcılığı çok yavaş bir büyüme gösteriyor. Kısacası henüz emekleme aşamasında. Ancak, arama motorları deneyiminde yaşanan büyümeye benzer bir gelişme olması halinde, bu yılın sonlarına doğru blog reklamcılığına ilişkin algıların değişeceği düşünülüyor.Özellikle, niş ürünlere ve pazarlara sahip e-ticaret yapan firmalar için blog reklamcılığının büyük fırsatlar yaratabileceği görüşü yaygın. Arama motorlarına verilen reklam benzeri çalışmaların blog’larda da uygulanması halinde, blog reklamcılığının bu tür firmalar için oldukça kazançlı olabileceği söyleniyor.Diğer yandan, blog reklamcılığının web’deki diğer reklamcılık biçimlerinden farklı bir yapısı olması gerekiyor. Blog reklamcılığı yapan firmalar, bu reklamların işe yarayabilmesi için blogsfer ruhuna uygun ve tüketiciyi de söyleşiye katacak şekilde düzenlemesi gerektiğini belitiyorlar. Blog reklamlarının sadece dikkat çekip reklama girilmesini sağlaması yeterli değil, aynı zamanda blog reklamlarının okuyucuya anlatacak bir hikayesi olması gerekiyor. Denton, yaratıcılıktan uzak olan reklamları geri çevirdiklerini söylüyor. BlogAds’in kurucusu Henry Copeland ise, diğer web reklamlarından farklı birşeyler yaratabilmek için pazarlamacılar ile birlikte çalışıyor. Ona göre, reklamcıların blogger’lar gibi düşünmeleri ve devam eden bir söyleşiye katıldıklarını anlamaları gerekiyor.Blog’lar, coşku dolu bir grup insanın okumak için uğradığı, gönderiler yaptığı, yorumlar yazıp tepkilerini ve düşüncelerini belirttiği, her reklamcının hayalini süsleyen niş hedef pazarlar oluşturuyor. Geleneksel medyaya göre çok ucuzlar. Eğer doğru kullanılırlarsa işe yarayabileceği görüşü ağırlık kazanmış durumda. Ancak çoğu firma, markalarının bu yeni ve ne olacağı kestirilemeyen ortamda yer alması konusunda bazı kuşkulara sahip. Çoğu blog tek bir yazar tarafından oluşturuluyor. Bunların çoğu hiç bir biçimde kontrol edilmeden yayınlanıyor ve blog okuyucuları her an beklenmedik yorumları ile söyleşiye katılabiliyorlar. Bununla birlikte, Blog reklamcılığı yapan firmaların, reklam verilen blog’ların içerikleri üzerinde çok az kontrolleri var. Google ve BlogAds gibi büyük oyuncular blog içeriklerini tarayan teknolojilere sahip olmalarına rağmen, bu teknolojilerin kusursuz olmadığı da biliniyor. Bu, bir çok reklamcının almak istemediği bir risk oluşturuyor. Bazı pazarlamacılar, blogger’ların reklam kampanyalarını veya ürünlerini eleştirmelerinden korkuyorlar. Diğer bir çok blog okuyucusu gibi firmalar da, blog’larda neler söylendiğini ve kendi reklamları için uygun alanları yeni yeni öğreniyorlar. Kısacası, Blog reklamcılığı, çoğu büyük marka ve kuruluş tarafından henüz yeterince güvenli ve etkili olarak görülmüyor.Sonuç Blog’ların geçici bir moda mı yoksa kalıcı olacak bir değişim mi olduğu konusunda tartışmalar sürüp gidiyor. Bununla birlikte, blog’ların çok büyük bir değişimin ilk adımları olması ihtimali yüksek gözüküyor. Bildiğimiz medya, pazarlama, halkla ilişkiler, reklam ve iletişim tanımlarını değiştirecek bir değişimin ilk adımları...Bu değişimi anlamaya ve açıklamaya çalışan akademisyenlerden birisi de Syddansk Üniversitesi’nden Fuat Fırat. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada (Haziran 2005) modernizm ve postmodernizmin pazarlardaki yansımalarını aşağıdaki örnek ile anlattı;Modern dönemlerde pazar bir tiyatroya benziyordu. Sahnede bir grup insan, kurgulanmış bir oyunu oynuyordu ve salondaki seyirci bu oyunu ya beğenip alkışlıyor ya da beğenmeyip yuhalıyordu. (Yani büyük firmalar sahnedeki oyunculardı ve biz tüketiciler de salondaki seyirciler.) Ancak postmodenizmle birlikte bu tiyatro da şekil değiştirmeye başladı. Tek bir düzenin tüm insanların ihtiyacını karşılayamayacağı gibi, tek bir tiyatro da yeterli olamazdı. Postmodenizm bu tiyatroların sayısını arttırmayı, bununla da kalmayıp tiyatrolardaki sahneleri kaldırmayı veya seyirciyi de sahneye çıkarmayı istiyor. Bu sayede, bir çok farklı düzenden oluşmuş ve bu farklı düzenlerin kendi içinde bütünleşik olduğu bir düzen oluşturmaya çalışıyor.Fuat Fırat’ın bu sözleri aslında blogsfer’in tanımına çok uyuyor. Fırat, mevcut durumları ile pazarların hala büyük ölçüde modern dönemleri yaşadığını ve değişimin yavaş yavaş gerçekleştiğini de belirtiyor. Blog’lar bu değişimin en açık göstergelerinden biri ve sanırız hepimizin buna alışması gerekecek.